Kapkaranlık günlerdi.

Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmış ve milletin kaderine el koymuştu. Belli ki Anadolu, emperyalist Batı’nın Türkiye için hazırladığı Sevr planına karşı ayağa kalkmıştı, direniyordu.

Mustafa Kemal’in önderliğindeki bu başkaldırıyı önceleri tüm Batı hafife almıştı. dağlarda çöllerde şehit vermişti. Öyle ya! On yıldan beri aralıksız savaşan bu toplum varını yoğunu tüketmiş, evlatlarını dağlarda çöllerde şehit vermişti.

Ülke baştan aşağı yakılıp yıkılmış, tüm kaynaklarını tüketmişti.

Başka bir çıkış yolu kalmadığına inanan Sultan Vahdettin, İstanbul Hükümeti aracılığıyla Mondros Ateşkes Anlaşması’nı imzalatmış, her türlü zillete razı bir tutuma bürünmüştü.

Mondros Osmanlı Devleti’nin idam hükmüydü, ilerde gelecek olan Sevr ise bu hükmün infazı olacaktı. Mondros Anlaşmasının gereği olarak İstanbul ve Çanakkale uğramıştı. (Md. 1) Boğazları galip devletlere açılmış ve devredilmiş, böylece imparatorluğun başkenti işgale uğramıştı.

Tüm ordular ve cephane düşmana teslim edilmişti. (Md. 5). Üstelik galipler istedikleri her yeri işgal hakkına sahip olduklarını da Saray’a kabul ettirmişler (Md.7), işte bu maddeyi işleterek de ülkeyi baştan aşağı işgal etmişlerdi. Durum son derece umutsuz görünüyordu.

Batı’dan bakıldığında böyle görünen tablo, Ankara’nın penceresinden farklı değerlendiriliyordu. Şartlar ne kadar umutsuz gibi görünürse görünsün, ulus Erzurum’da, Sivas’ta düzenlediği kongrelerle kararını vermişti: Ya istiklâl, ya ölüm!…

Mehmetçik, ayağında çarık, elinde süngü, İnönü’nde İngiltere’nin donattığı modern Yunan ordularına karşı amansız bir namus savaşı veriyordu. Cepheyi ziyarete gelen TBMM üyelerine Cephe Komutanı Albay İsmet Bey, bir “Millî Marş”ımızın çok yararlı olacağından söz etmişti. Bu gelenek diğer ülkelerde vardı. Osmanlı Devleti’nde ise son dönem padişahlarının kendi adlarına bestelenmiş marşlar ancak gerekli yerlerde çalınıyordu. Oysa bundan sonra sık sık yabancı ülkelerin devlet büyüklerinin Ankara’ya gelecekleri düşleniyordu. Bu gelişlerde onların marşlarının ardından bir de Türk Ulusu’nun yüreğini seslendirecek bir marş zorunluydu.

Konuya ilişkin olarak Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekâleti) 1921’de bir güfte yarışması düzenledi. Yarışmaya 724 şiirin katıldığı görünse de, hiçbiri beklenen heyecanı yansıtamamıştı. Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi (Tanriöver), yarışmaya katılmayan Mehmet Akif Ersoy’la konuşmaya karar verdi. Akif, öneriyi geri çevirdi. Bu yarışmada kazanana 500 lira ödül verilecekti ve bu yüzden, -paltosu bile olmayan – Akif yarışmaya girmiyordu.

Hamdullah Suphi Mehmet Akif’e aşağıdaki mektubu gönderdi:

“Pek aziz ve muhterem Efendim, İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zat-1 Üstadelerinin matlup şiiri vücuda getirmeleri, maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asil endişenizin icap ettirdiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyiç (heyecanlanma) vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesileyle en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim.”

5 Şubat 1921

Umur-u Maarif Vekili Hamdullah Suphi

Burdur Milletvekili olan Mehmet Akif, kalmakta olduğu Tacettin Dergâhı’ndaki odasına çekilir ve şiiri yazmaya koyulur. “Kahraman Ordumuza” adını verdiği şiir, 12 Şubat’ta hazırdır. 

iir önce 17 Şubat 1921 tarihinde Hakimiyet-i Milliye ve Sebillürreşat’ta yayınlanır. Tüm ülkede büyük bir heyecana yol açar.

TBMM’nin 12 Mart 1921 günkü oturumunda da Hamdullah Suphi tarafından okunur ve büyük bir çoğunlukla “Milli Marş” olarak kabul edilir. O gün 7 şiir seçilmiş ve aralarından Akif’in şiiri seçilmiştir.

Mehmet Akif, bu şiir nedeniyle kazanmış olduğu 500 lira ödülü, yoksul kadın ve çocuklara iş öğreterek yoksulluklarına son vermek için kurulan “Darülmesai”ye bağışlar.

Şiirin bestelenmesi için açılan yarışmaya 24 besteci katılmış, 1924 yılında Ankara’da toplanan Seçici Kurul bunlar arasından Ali Rıfat Çağatay’ın bestesini kabul etmiştir. Bu beste 1930 yılına kadar çalınmıştır.

1930 yılında, dönemin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör’ün 1922’de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe konmuştur.

Marsın armonilemesini Edgar Manas, bando düzenlemesini de İhsan Servet Künçer yapmıştır.

İlk günden beri Türk Ulusu’na ışık olmaktadır: “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak…”