CUMHURİYET İŞTE BÖYLE KURULDU!...
CUMHURİYET İŞTE BÖYLE KURULDU!...

 

ÖNCE LOZAN İMZALANIYOR

 Bakanlar Kurulu Başkanı Hüseyin Rauf Orbay, yanında Meclis İkinci Başkanı Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) olduğu halde Çankaya Köşkü’ne çıkmış,  Gazi’ye Lozan Antlaşması’nın imzalandığı müjdesini iletmiş ve alınan bu sonuçtan dolayı da hükümet adına  Gazi’yi kutlamıştı. Gerçekten de varılan nokta olağan üstü çabaların sonucuydu, bir inancın zaferiydi.  Sevinçten adeta uçuyorlardı.

Ziyaret sona ermek üzereydi. Tam ayrılacakları esnada, Rauf Bey,  bundan böyle İsmet Paşa ile aynı masada oturamayacağını, onun için karşılamada da bulunmayacağını, seçim bölgesi olan Sivas’a gitmek istediğini söyleyiverdi.

Gazi şaşırmıştı:

“Nedenmiş o?”

Rauf Bey, sözcüklerini seçerek, her birinin altını vurgulayarak  içindekini döktü.

“Paşam biliyorsunuz Lozan görüşmeleri esnasında hükümet İsmet Bey’le pek uyum içinde çalışmadı. Hatta çoğu kez İsmet, müzakereleri sizinle yürüttü, hükümeti atladı. O nedenle ben, bundan böyle İsmet’le aynı ortamda olamam. Hele karşılayıcılar arasında hiç olamam….”

Gazi, donup kalmıştı. Sözü edilen kişi, hükümetin dışişleri bakanıydı. O’nun elini bile sıkmak istemeyen ise, o hükümetin başkanı, yani başbakandı. Bu tavrıyla da, adeta Gazi’ye “Ya ben, ya İsmet” demiş oluyordu.

Gazi, son noktayı koydu:

“Ama, o zaman istifa etmen gerekir.”

            Rauf Bey, anında yanıtını verdi:

            “İstifa ettim bile Paşam”. Elini ceketinin yan cebine soktu, daha önce hazırlayıp

imzaladığı istifa mektubunu usulca Gazi’ye uzattı.

Daha birkaç dakika  önce yaşanan sevincin ölçüsünü sözcüklere dökmek olanak dışıydı.

Şimdiyse, yaşanılan hayal kırıklığı, tüm salonu sarmıştı.

Konuklar ayrıldılar.

Gazi’nin yüreğinden bir parça koptu.Tarih 25 Temmuz 1923.

HÜKÜMET KRİZİ BÜYÜYOR

Lozan’da imzalanan andlaşmayla kurulan, tam bağımsız, egemen bir devlet vardı ama, artık o devletin başbakanı yoktu. Olayı ajanslar duyurunca, dünya tam anlamıyla bir şok yaşadı.

Sürpriz istifalar bununla da kalmadı. Meclis 2.nci Başkanı olan  Ali Fuat Cebesoy Paşa da istifa etti. Mustafa Kemal Paşa’nın Harp Okulu’nun birinci sınıfından itibaren sınıf ve sıra arkadaşı olan “Salacaklı Fuat”’ın istifası, Gazi’yi çok üzmüştü. Nasıl, üzmesin ki? Aralarındaki hukuk diğerlerinden farklıydı.

Fuat, St.Joseph Lisesi mezunuydu. O  nedenle Fransızcası çok iyiydi. Sivil liseden geliyor olduğu için de, Harbiye’ye biraz geç katılmıştı.

Salacaklı Fuat, Selanikli Mustafa Kemal’e emanet edilmişti Harbiye’de. Aynı sırada oturdular. Mustafa Kemal sınıf çavuşuydu. Fransızcasını ilerletmesinde Fuat ona yardımcı oluyordu. Ayrıca Mustafa Kemal tüm Harbiye yılları boyunca, hafta sonlarını Fuat’ın Salacak’taki köşkünde “evci”geçirmişti. O yüzden de, diğerlerine nazaran Fuat’la çok daha yakın arkadaştılar.

Ali Fuat Paşa, Gazi’ye istifasını verirken, “Bu siyaset bize göre değilmiş Paşam, ben orduya dönmek istiyorum!” demişti. Gitmek istediği yeri de kendisi seçmiş ve Konya’ya “2. Ordu Müfettişi” olarak gitmek istediğini bildirmişti. (24 Ekim 1923).

Oysa rütbesi bunun için yeterli değildi. Kendisi “mirliva” (tuğgeneral) idi. Oysa gitmek istediği orduda “ferik” yani daha üst rütbede komutanlar vardı. Gazi, bu arkadaşının geçmişteki hizmetlerini değerlendirerek ferik rütbesine  geçmesini ve Konya’ya gitmesini sağladı. Ne var ki Rauf Bey’le birlikte arka arkaya gelen istifalar anlamlıydı ve Mustafa Kemal’in dikkatinden kaçmadı. Nasıl kaçsın ki!..Kazım Karabekir Paşa’nın da bir süre önce istifa edip 1. Ordu Müfettişliğine gitmiş olduğu  dikkate alınınca, bu istifaların planlı olduğu anlaşılıyordu.

Şimdi 1. Ordu’nun başında Kâzım Karabekir Paşa, 2. Ordu’nun da başında Ali Fuat Cebesoy Paşa bulunuyorlardı. Bu paşalar, başbakanlıktan istifa eden Rauf Bey’le birlikte, Mustafa Kemal’e muhalefet yapan kanatta yerlerini almışlardı. Refet Bele Paşa’nın da bu cephede olduğunu dikkate alırsak, bakabilen ve görebilen için “fotoğraf” çok netti.

Gazi,  istifa eden Başbakan Rauf Bey’in yerine, bu göreve Ali Fethi Okyar’ın seçilmesini sağladı. Fethi Bey İçişleri Bakanıydı. Bu bakanlık görevi de üzerinde kalarak, başbakanlığı yürütmeye başladı. Böylece Başbakan krizi çözülmüş gibi oldu ve sıra Fuat Paşa’nın istifasıyla boşalan   Meclis 2. Başkanını seçmeye geldi. Meclis’te giderek yoğunlaşan bir muhalefet yaşanıyordu. Başbakanlıktan istifa eden Rauf Bey, kendisi aday olmadığı halde, gene istifa eden arkadaşı Fuat Paşa’nın yerine Meclis 2.Başkanlığına seçilmişti. Meclis bu tutumuyla adeta Gazi’ye gözdağı veriyordu.

Gazi’nin yakını  gözüyle bakılan yeni Başbakan Fethi Bey’e yapılan eleştiriler o denli yoğunlaştı ki, nihayet Fethi Bey, üzerindeki  İçişleri Bakanlığını bıraktı  ve sadece Başbakanlığı yürütmeyi sürdürdü. Bu durumda bir de  İçişleri Bakanı  seçmek  gerekiyordu.

Meclis, İçişleri bakanı olarak Gazi’nin gösterdiği adayı değil de, eski bir vali olan Sabit (Sağıroğlu) Bey’i  bu makama seçti. Gazi ise bunu mahzurlu buluyordu. Taraflar arasında görüş ayrılıkları giderek derinleşiyordu. Bütün bunların daha da gerisinde yatan ise, Gazi’yi bu tür sorunlarla uğraştırarak   bir cumhuriyet kurması ihtimalini zayıflatmak, en azından erteletmek fikriydi. Bunu da daha birkaç ay önce yüzüne karşı söylemişlerdi.

Gazi’nin o günü unutması mümkün değildi. Bunu ilerde, Nutuk’ta acı acı dile getirecekti. Şimdi bir de o günlere dönelim ve fotoğrafın tamamını daha net görelim:

Gerçekten de, daha Lozan görüşmeleri başlamamıştı. Tarih 19 Temmuz 1922. O’nu Refet (Bele) Paşa’nın Ankara Etlik’teki  bağ evine yemeğe davet etmişlerdi.. Yemektekiler, en yakın silah arkadaşlarıydılar. İlk sözü Rauf Bey almış ve sözü hiç eğmeden, bükmeden, doğrudan hedefine yöneltmişti.

Rauf Bey şöyle diyordu: “Kemal, yemek için toplandık ama, bizim seninle konuşacak bir başka konumuz var. Şimdi onu konuşacağız. Bak kardeşim, bu Meclis senden korkuyor. O yüzden, tartıştıkları konular sana kadar gelmiyor ama ben başbakanım. Şikâyetler de bana geliyor.”

Gazi şaşırmıştı. “Benim neyimden  korkuyorlarmış?…” deyiverdi. Bunun üzerine Rauf Bey içini döktü: “ Senin bir gün bir fırsatını yakalarsan cumhuriyet kuracağından korkuyorlar. Dedikodular o kadar abartılıyor ki, içlerinden kimileri bir gün  senin padişahı bile bu ülkeden kovacağın kaygısını taşıyor…Bu böyle gitmez. Çık kardeşim yarın kürsüye, bunları yapmayacağına milletin önünde söz ver!…”

Donup kalmıştı. Buna rağmen soğukkanlılığını koruyarak,  “Peki Rauf, senin Sultan Vahdettin ile ilgili görüşün nedir?” diye sormuştu. Rauf Bey’in yanıtı, cumhuriyet konusunda da, padişahlık konusunda da Rauf Bey’in ne düşündüğünü  çok açık anlatıyordu. Yani fotoğraf çok netti.

Rauf Bey şöyle yanıtladı: “Benim babam, padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında, padişahın ekmeği var. O nimet şimdi benim boğazımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Ayrıca aldığım İslam terbiyesi nedeniyle de, o bir halife olduğu için, padişaha o yönden de bağlıyım. O gibi makamlar ulvi makamlardır. Senin, benim gibi kişilerin aday olabilecekleri makamlar değillerdir. Bana göre bizim görevimiz bitmiştir. Hepimize önderlik yaptın, vatanı kurtardın, biz de senin emrinde çalıştık ama, bize göre bizim görevimiz sona ermiştir, şimdi emanetin sahibine iadesi gerekir…” demişti.

Bunun üzerine Gazi aynı soruyu ev sahibi Refet Paşa’ya sormuştu.

Refet Paşa: “Aynen, Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam” diye yanıtlamıştı. Masadaki diğer konuk Ali Fuat Cebesoy Paşaydı. O’nun yanıtı biraz farklıydı:

Biliyorsunuz, Moskova’dan henüz döndüm Paşam. Durumu pek bilmiyorum, bana birkaç gün izin verin, yanıtımı daha sonra vereyim…”demişti. Yani Salacaklı Fuat bile “Ben senin yanındayım Kemal” diyememişti.

Bunun üzerine Gazi:

“Benden ne yapmamı istiyorsunuz ?” diye sormuştu.

Çık yarın Meclis kürsüsüne, bunları yapmayacağına söz ver…”demişlerdi.

Verin bana bir kâğıt” dedi, gece yarısı bağ evinde kâğıt bulamadılar. O zaman sigara paketinin kapağını yırttı ve arkasına şunları yazdı:

“Günü geldiğinde padişahla ilgili kararı, en yüce icrai organ olan TBMM verecektir.”

Arkadaşlarına okudu ve:

Yarın Meclis’te bu metni okursam, size göre Meclis teskin olur mu? Bu endişeleriniz giderilmiş olur mu?”diye sordu.

“Evet”, dediler, “Çık bu metni oku”.

Ertesi gün kürsüye çıktı ve bu metni okudu.

Bu arkadaşlarıyla da yolları bu noktadan itibaren ayrıldı. Kurtuluşu sağladığı arkadaşlarıyla ve bu Birinci Meclis’le cumhuriyete gidemeyeceğini anlamıştı.

Ertesi gün Gazi’nin 128 arkadaşı, yeni seçimlere gidilmesi için Meclis Başkanlığına önerge sunuyorlardı. O günkü Anayasaya göre her iki yılda bir seçim yapılıyordu. Meclis dönemini doldurmuştu. Gazi de, bu krizi ancak böyle atlatabileceğini hesapladı ve düğmeye bastı.

Seçimler sonucunda gelecek olan 2. Meclis’in ne ölçüde cumhuriyetten yana bir tavır sergileyeceğinin bir garantisi yoktu ama, başka çaresi de yoktu ve bu seçimlerin yapılması zorunluluğu ayrıca bir anayasa emriydi.

Muhalif kanat ve komutanlar, bu seçimler yüzünden Mustafa Kemal’i ellerinden kaçırdıklarını anlamakta gecikmediler:

Ya gelecek Meclis, Kemalist olursa!”

O zaman cumhuriyetin önüne geçilmesi katiyen mümkin olamazdı.

Bunun verdiği panikle, inanılmaz bir planı uygulamaya koydular: “Mustafa Kemal’i Meclis’e sokmayalım!”

“-Bu nasıl olabilir ki?”

“-Seçim kanununu değiştirerek”

Muhalif kanadın üç milletvekili, Samsun’dan Emin Bey, Erzurum’dan Necati Bey, Mersin’den Çolak Selahattin Bey oturdular bir “seçim kanunu değişiklik önergesi” hazırladılar. Eğer bu önerge yasalaşsaydı, Mustafa Kemal milletvekili seçilemeyecekti. O zaman da ne cumhuriyet, ne bağımsızlık, ne laiklik, ne de devrimler…Bu konuda daha çok fikir yürütmek bile abes.

Seçim kanununda değişiklik isteyenlerin önerileri şunlardı:

  1. Bundan böyle milletvekili adayı, adaylığını koyduğu yerde en az beş seneden beri oturuyor olmalı.”

Mustafa Kemal, yaşamı boyunca o cephe, bu cephe koşturmaktan, hiçbir yerde değil beş yıl, beş ay bile sürekli oturamamıştı. Belli ki bu maddenin hedefiydi.

  1. Milletvekili adayının doğum yeri, Misak-ı Milli’nin sınırları içinde olmalıdır!…”

Selanik, dışında kalmıştı.

Bu her iki madde de Mustafa Kemal’i hedef almıştı.

Bu önerge TBMM Başkanlık Divanı’na verildi. Oturumu Halide Edip Adıvar’ın eşi Dr. Adnan Adıvar yönetiyordu. O da muhalefet yapan İttihatçı kanadın liderlerindendi.

“Bir önerge verilmiştir. İncelenmek üzere ilgili ihtisas komisyonuna havale ediyorum”,dedi.

Gazi derhal söz istedi. “Bu önerge şahsımla ilgilidir. Ben TBMM’nin başkanıyım. Benimle ilgili bir önergeyi millet bilmek ister.”

Avazı çıktığı kadar bağırmağa başladı:

“…Bugüne kadar ne yaptıysam, Türklük adına, İslâm adına yaptığıma ve iyi şeyler yaptığıma inanıyordum…Kendi kurduğum meclisten, sayıları üç-beş de olsa milletvekilinin çıkıp da beni en doğal yurttaşlık haklarımdan, seçme-seçilme haklarımdan mahrum etmeye çalışacağını, cephelerde gırtlak gırtlağa savaştığım düşmanlarımdan bile beklemezdim…Ne yazık ki doğum yerim, bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor; ayrıca herhangi bir seçim bölgesinde de beş yıl oturmuş değilim…Ancak bilmelisiniz ki, Selanik tek kurşun atılmadan Yunan’a teslim edildiğinde ben bir başka yurt köşesini savunmak üzere Derne’de, Bingazi’de,Trablusgarp cephesinde savaşıyordum…Eğer bu efendilerin dediği gibi, bir yerde beş yıl oturuyor olsaydım, o zaman Bitlis’i Muş’u alarak Diyarbakır’a dayanan Rus’un karşısına geçip bu şehirlerimizi kurtaramazdım…O zaman Çanakkale’de, Anafartalar’da, Arıburnu’nda olmamaklığım gerekirdi. O zaman Filistin’de, Halep’te, Suriye’de olamaz, bugünkü Suriye sınırımızı eylemli olarak çizemezdim. O zaman Sakarya’da, Afyon’da, Dumlupınar’da olamazdım. Ama eğer ben oralarda olamasaydım, korkarım bu efendilerin de doğum yerleri Misak-ı Milli’nin sınırları dışında kalırdı…Şimdi bu efendilere soruyorum: Bu efendiler seçim bölgelerindeki halkın ciddî olarak düşünce ve duygularını mı dile getiriyorlar? Yani, millet bu efendilerle aynı düşüncede midir?

Efendiler! Beni yurttaşlık haklarından yoksun kılma yetkisi, bu efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden resmî olarak size ve bu efendilerin seçim bölgelerindeki halka ve bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum.”

(Bak. Nutuk, sf. 657)

Gazi, hışımla kürsüden inmişti. Sonradan ne olduğunu ise Ord. Prof. Dr. Hıfzı Velded Velidedeoğlu, “Üç Devir” adlı kitabında çok canlı olarak anlatacaktır. O günlerde Hukuk Fakültesi’nde öğrenci ve aynı zamanda Meclis’te Zabıt Kâtibi olarak  çalışan Velidedeoğlu’nun anlatımıyla, tüm Türkiye Mustafa Kemal’ine sahip çıkmış, çuvallar dolusu çektikleri telgraflarla, onu paylaşamamışlardı.

Örneğin, dadaşlar:

“ Paşam, sen Selanikli olduğun kadar Erzurum’lusan. Ko adaylığını Erzurum’dan, seni buradan Mecis’e sokak!” diyorlardı.

Sonunda Ankara’nın Bala ilçesinden milletvekili seçilecek ve böylece Meclis’e girecekti. Milletin baskısı öylesine baskın çıkacaktı ki, bu öneri amacına ulaşamayacaktı.

Şimdi dilerseniz fotoğrafları yan yana koyalım:

1922 Temmuz ayındaki tablo, yukardaki Etlik’te, Kalaba’daki Refet Bele’nin bağevinde, yemek bahanesiyle çağırıp, “ …Cumhuriyeti aklından bile geçirme!…” diye dayatılan tablodur. Masadakiler, Kurtuluş’ta omuz omuza vermiş olan komutanlardır ve Kâzım Karabekir de o esnada Trabzon’da, telefonun öbür ucunda, bu toplantının sonucunu beklemektedir.

1923 Nisan’ındaki tablo ise, yukarda anlattığımız “ O’nu Meclis’e bile sokmama” tablosudur.

1923 Ekim’indeki tablo ise, Lozan’ın imzalanmasından sonra başbakanın ve onun öncesinde ve sonrasında komutanların istifa ederek Mustafa Kemal’in çevresini boşaltmak suretiyle  yol açmayı umdukları “ hükümet krizi” tablosudur.

Mustafa Kemal’in bütün bunların altından kalkamayacağı, dolayısıyla boyun eğip, cumhuriyet sevdasından vazgeçeceği hesaplanmaktadır, orduların başına da gidilerek, adeta “gözdağı” verilmek istenmektedir.

Oysa Mustafa Kemal bir “dâhi”dir. Bakın nasıl harekete geçer:

Gazi, Başbakan Fethi (Okyar) Bey’i ve  hükümet üyelerini 26 Ekim günü Çankaya’ya yemeğe davet eder ve bu yemekte, Başbakan Fethi Bey’den istifa etmesini ister.

”Çok yoruldun Fethi Bey, sürekli eleştiriliyorsun, lütfen çekilin. Bırakalım Meclis, istediği gibi bir hükümet kursun. Buna hiç müdahale etmeyelim. Hatta yardımcı olalım. Mademki bu hükümeti bu kadar eleştiriyorlar, o halde bakan olan arkadaşlarımız, yeni kurulacak hükümette de kendilerine görev verilirse, bu görevi kabul etmesinler. Bırakalım Meclis, bu sürekli eleştirdiği hükümetin tamamen dışından bir hükümet çıkarsın. Yalnız Fevzi Paşa bunun dışında kalsın. Eğer O’na Genel Kurmay Başkanlığı önerilirse,  kabul etsin. Zira o kritik görevde değişiklik olmaz.”

Bu talimat yerine getirilir ve  Fethi Bey hükümeti çekilir.

Şimdi Meclis daha büyük bir sorunla karşı karşıyadır. Bir bakanlık için tek bir isimde buluşamayan TBMM, şimdi 12 Bakanlık için uğraş vermektedir ve herkesin mutabık kaldığı bir hükümetin kurulabilmesi ise neredeyse olanaksız hale gelmiştir.

Milletvekilleri evlere dağılmışlar, listeler hazırlamaktadırlar ama, aradan üç gün geçmesine rağmen sonuç alınamamaktadır.

Dışardan bakılınca görülen manzara şudur:

Daha üç ay önce bağımsızlığını ilan edip, devlet kurduklarını iddia eden Türkler, şimdi bir hükümet kuramamaktadırlar. Bütün dünya dikkat kesilmiş, Ankara’yı izlemektedir. Bu durum bu şekliyle uzun süre devam edemez. Hükümetin toptan istifasıyla şimdi kriz daha da büyümüş, Gazi adeta yangına körükle gitmiştir. Bunun ince bir hesap olduğunu henüz kimse fark edememiştir. Tüm yaşamı sorunları çözmekle geçmiş olan Gazi, belli ki beklediği anın geldiğine emin olmuş ve düğmeye basmıştır: Şimdi bir plan adım adım uygulanacaktır

KRİZDEN CUMHURİYET DOĞUYOR

Gazi 28 Ekim 1923 günü öğlene kadar Meclis’te çalışmış, şimdi Çankaya’ya gitmek üzere ayrılıyordu. Meclis koridorunda, kendisiyle görüşmek üzere bekleyen Kemalettin Sami ve Halit Karsıalan Paşalarla karşılaştı. Her ikisini de akşam yemeğine köşke davet etti ve beraberinde İsmet İnönü, Meclis Başkanı Kâzım (Özalp) Paşa, Ali Fethi Okyar olmak üzere Çankaya’ya çıktı. Köşke geldiğinde, diğer arkadaşları Ruşen Eşref Ünaydın ve Fuat Bulca’yı bir konuyu görüşmek üzere kendisini bekler durumda  buldu ve onları da yemeğe alıkoydu.

Akşam yemeğine işte bu konuklarla oturdu ve yemek henüz başlamıştı ki, kısa bir süre sonra,  kesin bir ifadeyle: “Arkadaşlar! Cumhuriyeti yarın ilan edeceğiz” dedi. Masadaki coşku anlatılmazdı. Kafasındaki planı tüm ayrıntısıyla açıkladı. Aslında plan çok basit ve çok gerçekçiydi:

Neden hükümet kurulamıyordu? Çünkü, mevcut sisteme göre, her bakan ayrı ayrı oylanıyordu. Meclis’te pek çok grup vardı. O yüzden aynı isim üzerinde mutabakat sağlanamıyordu. Gazi, bu zaafı görmüştü. O halde Anayasa’da değişiklik yaparak bu zafiyetten kurtulup, tüm uygar dünyanın kabul ettiği evrensel seçim sistemlerine gitmek gerekirdi ama, o takdirde kurulacak hükümet bir cumhuriyet hükümeti olurmuş, bu da birilerinin hoşuna gitmezmiş…bu, çözümü nispeten daha kolay bir sorundu.

Böyle bir rejim değişikliğini onaylamayacak ve buna muhalefet yapacak tüm lider karakterdeki kişiler, Ankara dışındaydılar. Gazi bu fırsatı çok iyi değerlendirdi ve o yüzden “Cumhuriyeti yarın ilan edeceğiz” dedi. O esnada  muhalefet liderleri Meclis dışında, İstanbul’da, Refet Bele’nin evinde toplantı halindeydiler.

Gazi plânını ve iş bölümünü şöyle yaptı:

            “Yarın Grup toplanınca , gene bir sonuç alamamış olacaklar. O zaman, Kemalettin Paşa, sen söz al, kürsüye çık ve ‘Günlerdir bir buhran içinde bocalayıp duruyoruz, bir hükümet üzerinde anlaşamıyoruz. Bütün bir dünya da bizi gözlüyor. Bu durum, ilelebet böyle gidemez. Bu grubun bir partisi, bu Meclis’in bir başkanı var. Her ikisinin de başkanı Mustafa Kemal. Çankaya’da oturuyor. O’na başvuralım, gelsin o bu sorunu çözsün!’ de, yerine otur. Ben bu davet üzerine Meclis’e gelir, çözüm önerimi sunarım”, dedi.

Plan bundan ibarettir. Sofra erken dağılır. Gazi sadece İsmet Paşa’yı alıkoyar. Onlar bütün gece, gerekli Anayasa değişiklik maddelerini kaleme almakla uğraşırlar. Rejimin adının cumhuriyet olduğuna ilişkin madde değişiklikleri yapılır, hükümetin nasıl teşkil edileceğine ilişkin maddelerde ve cumhurbaşkanının seçimine ilişkin maddelerde gereken düzenlemeler yapılır. Bellidir ki tüm Türkiye, bambaşka bir güne doğmak üzeredir.

Bu plan ertesi gün aynen uygulanır. Gazi, davet üzerine Meclis’e gelir, kürsüye çıkar, çözüm önerisini sunmak üzere birkaç saat izin ister. Daha sonra odasına geçer, Meclis’teki sözü geçen birkaç milletvekili arkadaşıyla konuşur ve nihayet kürsüye yeniden döner. Krizin kaynağını bulduğunu ifade eder, bunun seçim sistemimizdeki aksaklıktan kaynaklandığını anlatır. Oysa çağdaş devletlerde bu işlerin çok kolay yürüdüğünü, çünkü o ülkelerde, her bakanın tek tek ve ayrı ayrı oylanmadığını, tüm hükümetin tek liste halinde oylandığını, Meclis bu listeye güven göstermediği takdirde bir başka listenin hazırlanması gerekeceğini, gene seçimi yapacak olanın Meclis olduğunu anlatır, örnekler verir ve bütün bunların olabilmesi için ise, seçim usulünü değiştirmek üzere Anayasada değişiklik yapılması gerektiğini ifade ederek, önerisini de tartışılmak üzere komisyona verip , kürsüden iner.

Şimdi konu, bir anayasa meselesi haline dönüşmüştür. Bunun lehinde, aleyhinde konuşmalar olur ve sonunda gereken anayasa değişikliklerinin yapılmasına karar verilir ki, aslında bu da “cumhuriyet” demektir. Zira cumhuriyetlerde bir cumhurbaşkanı, başbakanını seçer ve hükümet listesini başbakan hazırlayarak cumhurbaşkanına, o da Meclis’e sunar. Kabul görürse, hükümet güven oyu almış olur ve kolayca kurulur. Güvenoyu alamazsa, cumhurbaşkanı aynı başbakana veya bir başka başbakana hükümeti yeniden kurma yetkisi verir. Liste, her defasında tümüyle oylandığı için, diğer sisteme nazaran çok daha kolay sonuç alınan bir sistemdir bu. Ne var ki, bu sistemin de adı “cumhuriyet”tir. Esasen bu sistem, yani cumhuriyet, Amasya Tamimi’nden itibaren, Erzurum ve Sivas. Kongrelerinde alınan kararlar ışığında kurulan TBMM’nin adım adım izlediği yoldur. Henüz adı konmamıştır, şimdi sadece açıkça adı konmaktadır.

İlgili komisyon gereken madde değişikliklerini ivedi olarak görüşme kararı alır ve Gazi’nin bir gece önce İsmet Paşa’ya dikte ettirdiği Anayasa maddelerini tartışır, oylar ve kabul eder. Böylece “Yaşasın Cumhuriyet” çığlıkları arasında cumhuriyet ilan edilir. Kısa bir aradan sonra Cumhurbaşkanı seçimine geçilir. Tek ve doğal aday olarak Gazi Mustafa Kemal, salonda bulunan 158 milletvekilinin oybirliğiyle cumhurbaşkanı seçilir.

İşte o cumhurbaşkanının ve kurduğu o cumhuriyetin, 1938 yılına kadar gerçekleştirdiği tüm devrimlerin dinamik gücü, bizleri bugünlere ve bugünkü konumumuza getirdi. Daha ileriye taşımak hepimizin en asal görevidir.

 

Yrd.Doç.Dr.Orhan Çekiç,  Maltepe Üniversitesi