Cumhuriyet gibi bir düzeninin Türkiye’de yerleşebilmesinde
son bir engel kalmıştı: Hilafetin kaldırılması.
Mustafa Kemal’in devrimci atılımlarının en önemlilerinden biri
olarak kabul edilen “Hilafetin Kaldırılması” meselesi başlangıçta
Batı dünyasının çok az ilgisini çekmişti.
Oysa Türklerin Müslümanlığı kabul ettiği tarihlerden bu yana geçen
1200 yıllık süreç boyunca bu topraklarda bir kişi “oturun…” buyurmuş,
herkes oturmuş, “kalkın…” deyince de herkes kalkmıştı.
Yavuz Sultan Selim zamanından itibaren, Mısır’ın fethi üzerine
son halifenin de İstanbul’a getirilmesiyle birlikte Osmanlı Padişahları
artık halife-sultan ünvanını kullanır olmuşlar ve devlet yarı-teokratik
bir yapıya bürünmüştü.
Gerçekten de bir taraftan İslam hukuku yani şeriat hukuku topluma
egemenken, diğer taraftan geleneklerimizden kaynaklanan
bir “örfî hukuk” da toplumda varlığını sürdürüyordu.
O nedenle devlet, yarı-teokratik bir yapıdaydı.
İcranın başı olan ve tüm dünyevî işlerden tek başına mutlak
yetki sahibi bulunan Sultan, aldığı kararların islama ne derecede uygun olduğu
konusunda, yanıbaşındaki Şeyhülislamdan onay yani fetva almak zorundaydı.
O halde yönetimde dinsel hukuk kuralları büyük oranda egemendi.
Oysa şimdi tümüyle bu yapı terk ediliyor, önce saltanat, ardından da
ilk fırsatta hilafet kaldırılıyordu. İslam hukuku yerini laik hukuk sistemine
terk ediyor ve din ile devlet işleri birbirinden ayrılıyordu.
Türkiye’de din ve devlet işlerinin artık birbirinden ayrılıyor olması
Batı dünyasının çok az ilgisini çekti ama, bu köklü değişim Doğu’da, Asya
ve Afrika’da yayılmış sayısız Müslüman ülkeler arasında çok geniş yankılar
uyandırdı.
Oysa özgürlük ve bağımsızlık savaşını kazanan yeni Türk devleti kendi
yararına olarak hilafeti kaldırmak zorundaydı. Osmanlı Padişahlarının
yüzyıllarca bu sıfatı kullanarak Müslüman dünyasında kurdukları yönetim
gözönüne alınırsa, bu devrimin önemi daha çok ortaya çıkmaktadır.
Yavuz S. Selim’den buyana sürüp gelen halifelik, Osmanlıları tüm islam
dünyasının koruyucusu ve önderi durumuna getirmişti. Osmanlı
İmparatorluğu bu açıdan uluslararası bir yapıya sahip bulunuyordu.
Halifelik ve Padişahlığın aynı kişide birleşmesi giderek yüzyıllar boyunca
din ve devlet işleri beraberliği gibi bir gelenek yaratmıştı. Din adına padişah
tüm müslümanları yönetiyor ve yönlendiriyordu.
Bu nedenle, imparatorluk süresince devlet yapısında dinsel
kaynaklı otorite asıl oluyordu. Tüm devlet işleri, kaynağı dinde bulunan
güç ve ilkelere dayanılarak yerine getiriliyordu. Halk egemenliğine
dayanan yeni bir devlet kurmak üzere yola çıkan cumhuriyetçi akım, kendi
düzenini yerleştirebilmek için halifelik engelini ortadan kaldırmalı, din ve
devlet işlerini birbirinden ayırmalı, din ve vicdan özgürlüğünü tanıyarak
devlet yönetimini dünyasallaştırmalıydı.
Hilafet’in sözlük anlamı, herhangi bir işte birinin yerine geçmek, ona vekalet
etmek, ona halife olmaktır. Hilafetten gelen halife sözcüğünün sözlük anlamı
da herhangi bir işte birinin yerine geçen, ona vekalet eden, ona halef olan kimsedir.
İslam terminolojisinde ise hilafet, islam devletinin kurucusu ve ilk devlet başkanı
olan Hz. Muhammet’ten sonraki devlet başkanlarının halkın oyu ile seçilip
işbaşına getirilen devlet başkanı demektir. İlk kez Hz. Ebubekir için kullanılan
halifeliğin, iki temel ilkesi vardır :
- Devlet başkanı olan halife, halkın oyu ile seçilir,
- Halifelik babadan oğula kesinlikle geçmez.
İslamiyetin, tüm dikta yönetimlerine karşı olduğunu bu ilkelerle anlamak
olanaklıdır. Din açısından hiçbir kişi veya zümreye ayrıcalık tanınamaz,
egemenlik tüm halkındır ve halk kendi eliyle seçtiği halife eliyle
egemenliğini kullanır.
Halk ayrıca kendi seçtiği halifeyi denetlemek hakkına da sahiptir.
Böylece halifelik aslında demokratik bir yönetim biçimidir.
Gerçekten de Dört Halife dönemi hem demokrasi, hem de cumhuriyet yönetimleri
açısından insanlık tarihinde gösterilen başlıca örneklerden birisidir. Ne var ki zamanla
bu yapı bozulmuş, Emeviler ve Abbasiler ile halifelik bu demokratik ve
cumhuriyetçi yapıdan uzaklaşmıştır.
Gerçekten de hilafet artık bu dönemlerde İslam dininin genel ilkelerine aykırı olarak
babadan oğula geçmiş ve bir zümrenin ayrıcalığı olarak sürmüştür. Abbasilerin
çöküşünden sonra ise Mısır krallığına geçen hilafet daha sonra Osmanlıların
Mısır’ı almasıyla Osmanoğullarına geçmiş ve gene islam dini kurallarına aykırı
olarak babadan oğula geçen bir ayrıcalık biçiminde, cumhuriyet dönemine
kadar sürmüştür.
Cumhuriyetle birlikte kişi egemenliğinden halk egemenliğine geçilirken bu ayrıcalığa
da bir son vermek gerekiyordu. Osmanlı Devleti de kendinden
öncekiler gibi tümüyle halktan kopuktu. Yönetim tümüyle bir sülale adına
tahta oturan kişinin elindeydi. Halk daha çok yönetilen bir sürü gibi görülüyordu.
Halkın uyanmaması için eğitim son derece kısıtlı bir çevreye dönüktü.
Yalnızca padişahın çevresi eğitimden yararlanabilirdi. Herşeyin halkın
dışında geliştiği imparatorlukta padişah, gene de halifelik yapardı.
İslam dininin halkçı özüne ve sosyal geleneğine aykırı olan bu durum
yüzyıllar boyunca sürdürüldü. Din adamları padişahın emir ve isteğine göre
fetva çıkarırlar, kişisel yönetime dinsel gerekçe yaratırlardı.
Din adamları gerçekci bir dinsel tutum içine girselerdi öncelikle padişahlığın
keyfi yönetimine karşı çıkarlar, islamın özüne uygun demokratik cumhuriyet düzeninin
kurulmasını isterlerdi.
Dört halife dönemindeki gerçek islam uygulamasını göremeyen din adamları
Da, halifeliğin dine aykırı gelişmesine, düzene olan çıkar bağları nedeniyle karşı
çıkmadılar, aksine çanak tuttular.
Padişahın düzenine katkıda bulunan yakın çevresi için de her
zaman din adamları başta gelmişler, giderek fetvacılığa kayarak islamın
gerçek ilkelerinden uzaklaşmışlardır. İmparatorluğun çöküşünde bu
yozlaşmış tutumun büyük payı vardır.
Kendinden öncekiler gibi son padişah Vahdettin de halifelik savındaydı.
Gerçekte olmayan bir durum, gösteriş ve güç kaynağı olarak kullanılıyordu.
Tahtını ve tacını kurtarmak için işgalci yabancı devletlerle anlaşmaktan
çekinmeyen son padişah, halktan ne kadar uzak ve kendi çıkarı ardında
olduğunu açıkça göstermiş, yurdu emperyalistlerden kurtarmak için halkla
beraber savaşanlara da karşı çıkmıştı. Din adamlarından
fetva alarak, onları asilikle suçlayıp kendi satılmışlığını saklamak istemişti.
Böylece saltanat ile beraber hilafeti de müslüman halkın gözünden düşürdü.
Cumhuriyetin kurulması için saltanatın kaldırılması nasıl onurlu bir adım
idiyse, hilafet de aynı duruma gelmişti. Ne var ki, yanlış anlamalara meydan
vermemek için hilafeti saltanattan ayırıp, önce saltanatı kaldırmak daha
gerçekçi bir tutum oluyordu. Sonuçta köhnemiş Osmanlı düzeni ile beraber
her iki kurum da de tarihe geçecekti.
Ülkenin koşulları, müslüman halkın duyarlılığı göze alınınca, hilafetin kaldırılması
için saltanattan sonra bir süre daha beklemek gerikiyordu. Hatta cumhuriyetin
ilanı bile olayların gelişimine göre öne alınmıştı. Cumhuriyet ilan edildikten sonra,
onun yanında hiçbir dinsel gücü bulunmayan makamda Osmanlı
ailesinden birisinin oturması ise artık mantıksızdı. Bir bakıma yeni devletin
geleceği açısından bu durum üstelik zararlıydı.
Nitekim saltanatın kaldırılarak cumhuriyetin ilan edilmesinden şaşkına
dönen tutucu çevrelerin tek dayanak noktası, “halifelik” oluyordu. Cumhuriyetin
karşısında olanlar yavaş yavaş halifenin çevresinde toplanıyorlardı. İngilizlerin
çabası ile Hindistan müslümanları halifeye bağlılıklarını bildirince,yeni halife
Abdülmecit Efendi güç gösterilerine başlamıştı. Gerçekten de başlangıçta kuşkulu
ve çekingen davranan Halife, saltanatçıların ve gerici basının kışkırtmaları ile kendine
güvenmeye ve daha sert davranmaya başladı. İstanbul’daki ulusal hükümet
temsilcisi Refet Paşa’nın bile Halifeye yanaşması, Halifenin yeniden padişah olarak
tahta oturtulma planlarını açığa çıkarıyordu.
Öte yandan Meclis içindeki tutucu miletvekilleri de Halifeye siyasal etkinlik
kazandırabilmek için uğraşmaya başladılar. Halifeyi meclisin ve
devletin başı, meclisi ise halifenin danışma organı olarak gösterme
çabasına giriştiler.
Bu çevreler Türk devletinin bir İslam devleti olduğunu öne sürerek,
başında da bir halifenin bulunması gerektiğini savunuyorlardı. Abdülmecit’in
halife seçilmesini, Atatürk bazı koşullara bağlı olarak kabul etmişti. Bunlar arasında
yeni halifenin son padişahı eleştirmesi ve yalnızca, “müslümanların halifesi”
ünvanını kullanması da vardı.
Abdülmecit Efendi daha ilk günlerden bu sınırları geçmeye ve saltanatı
sürdürmek amacını belirten bazı girişimlerde bulunmaya başladı.
Toplumdaki çeşitli dalgalanmalar ve akımlar da halifeye umut verecek
durumdaydı. Örneğin Cumhuriyete karşı saltanatçı ve teokratik yönetim yanlıları
halifeye sık sık giderek, onun hukukunun korunması gerektiği
konusununun üzerinde durdular.
Özellikle cumhuriyetin ilanı ile beraber, gerçekten de Meclisin dışında kaynağını
ulustan alan bir yönetim merkezi kurulmuş oluyordu. Bu durumda halifenin
birgün devletin başına geçmesi gibi bir umut da yitirilmiş oluyordu. İktidarın
tamamen ulusa mal edildiğini ve ulusal iktidar ile dinsel iktidarın artık birarada
yaşayamayacağını anlıyorlardı. Halifeye bağlı olan İstanbul basını ve gerici
merkezler Ankara yönetimine ateş püskürüyor, padişahın sahip olmadığı yetkilerin
cumhurbaşkanına tanındığını ileri sürülüyorlardı.
Öte yandan Türkiye dışındaki din merkezlerinden halifeliğin kurtarılması için
yardımlar isteniyordu. Dış çevrelerin de devreye girmesi, içeride teokrasi ve
monarşiye bağlı kalınarak yeni devletin gelişimini önleyici çabalar gösterilmesi
hilafet konusunda bardağı taşıran son damlalar oldular. Dinsel duygularla
hilafetin korunmasını isteyen bazı milletvekilleri bile son gelişmeler
üzerine başkaldırarak, hilafetin kaldırılmasını isteyen kemalistlerle
birlik oldular ve konunun mecliste çözülmesine katkıda bulundular.
Dine kutsal bir yer verilerek yerinde bırakılan hilafet artık iyice politika ile
birlikte gidiyordu. Halifelik konusunu savaşın bitimine ve cumhuriyetin
ilanına kadar askıya alan yeni yönetim artık varlığını koruyabilmek için bu işi
ele almak, kesin bir çözüme kavuşturmak zorundaydı.
Mustafa Kemal, saltanatın kaldırılması sırasında Mecliste konuşurken
hilafetle ilgili olarak, Türkiye’nin kendi geleceğini kendisinin belirleyeceğini,
Tanrının tek ve büyük olduğunu, Tanrının insanlığı doğru yola yönlendirmek
üzere çeşitli peygamberler ve dinler gönderdiğini, hilafet işinin müslümanlığın
en önemli sorunu olduğunu, Türk ulusunun artık kendi geleceğini
eline aldığını ve hiçbir makamı dinlemeyeceğini açıkça belirtmişti.
Halifenin giderek gericilere araç olan politikası ve de tırmanan olaylar üzerine
15 Şubat 1924 günü Atatürk, ordu kumandanlarını İzmir’de topladı.
Savaş oyunları ile ilgili toplantıda halifeliğin kaldırılmasına karar verildi ve
ordunun desteği sağlandı. Halifenin tutumu her geçen gün daha da aşırılığa
kaçıyor, ödeneklerini az buluyor, yetkilerini genişletmeye çalışıyordu.
İzmir’de alınan karar hemen yürürlüğe konuldu. 1 Mart 1924 günü
Meclisin yıllık açış konuşmasında Atatürk; halifeliğin artık kaldırılması
gerektiğini, dinsel düzenle ilgili kurumlar gericiliğin yuvası durumuna
geldiği için kaldırılmalarının zorunlu olduğunu söyledi.
Bu konuda hazırlanan tasarılar uzun tartışmalardan sonra önce
parti grubunda, daha sonra da Mecliste kabul edildi. Yeni ç›kan yasa ile
halifelik kadırıldı. Halife ve yakınları yurt dışına sürgüne gönderildi.
Böylece, kesin bir atılım ile Osmanlı İmparatorluğunun son kalıntısı ve genç
cumhuriyet için en büyük tehlike durumuna gelen halifelik tarihe karıştı.
Cumhuriyetin hukuk düzeninin kurulmasındaki son engel de böylece ortadan kaldırıldı.
Şeyh Saffet Efendi ve elli üç arkadaşının hilafetin kaldırılmasını
isteyen tasarılarında, bazı dinsel gerçekler de bulunmaktaydı. Buna
göre;
- Hilafetin varlığı Türkiye’nin iç ve dış politikasında iki başlı tutumlara
neden olmaktaydı. Büyük Millet Meclisi dinsel ve dünyasal tüm yetkileri
zaten kişiliğinde toplamaktaydı.
- Kurulan çağdaş bir islam cumhuriyetiydi, anayasanın 2.ci maddesi
“…devletin dini islamdır…” hükmündeydi ve bu nedenle artık ayrıca
hilafetin varlığına gerek kalmamıştı.
- Turk Ulusu düzlüğe çıkabilmek için gerçeklere uymak zorundaydı.
Halifeliğin son zamanlardaki toplumu parcalayıcı girişimleri ancak
kaldırılması yolu ile önlenebilirdi. Bu çözüm biçimi tüm islam dünyasının
en çok çıkarına olanıydı.
Bu gerekçeler milletvekillerinin çoğunluğuna konuyu benimsetirken,
islamcı meclis üyeleri, klasik dinsel ilkelere dayanarak, hilafetin varlığını
savunmuşlardır. Onlara göre kaldırma kararı yüzyıllarca süren gelenekleri
bozacak ve sonunda ulusun başına yıkım getirecektir.
Bu savlara karşı bazı şeyhler ve hocalar ise gene şeriat ilkelerine dayanarak halifeliğin
kaldırılmasını savunmuşlardır. Kaldırmadan yana konuşanlar ise:
- Halifeliğin amacı dışına çıktığını,
- Modern politikalara ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerine aykırı
bulunduğunu,
- Yeni bağımsızlığına kavuşan Turkiye’nin tüm islam devletlerinin
özgürlüğünden yana olduğunu,
- Türk bağımsızlığının hilafetin karşı koymasına karşın kazanıldığını;
bu nedenle hilafetin artık geçmişteki anlamını yitirdiğini,
- Yeni oluşumda hilafetin hiç bir biçimde yeri bulunmadığını
ileri sürmüşlerdir.
Tartışmaların sonunda hilafet kalkmış; “öğretim birliği yasası”
Benimsenmiş; din ve vakıf işleri ile sorumlu bakanlık tarihe
karışmıştır. Artık 20 Nisan 1924 Anayasasında hilafet diye bir kurum yoktur.
Bu anayasa geçici bir dönem için çıkarılmış olup, ikinci meşrutiyet
anayasası ile beraber yürürlükte idi. Saltanat ve hilafetin kaldırılmalarıyla
eylemsel olarak meşrutiyet anayasası yürürükten kaldırılmış oluyordu.
Yeni yapılan anayasa ise geçici bir dönemin gereksinmelerini
Karşılayabilecek biçimde olup, gerçek anlamda yeni devletin sorunlarını
ve düzenini karşılayabilecek yapıda değildi.
1924 Anayasası Laik Cumhuriyete giden ilk adımdır.
Ulusal egemenlik, güçler birliği ve üstün meclis ilkelerini kabul eden
anayasa tam anlamıyla laik olamamıştı. Çünku ikinci madde,
“Turkiye devletinin dini islamdır” hükmünü taşıyordu. Anayasa’daki bu hükme
karşın uygulama sürekli olarak laikliğin geliştirilmesinden yana olmuş,
dünyevî konularda dinselliğe önem verilmemiştir.
Zamanın koşullarının zorlamasıyla anayasada yer alan bu madde hiçbir
zaman devletin dinsel yapıda olması gibi anlaşılmamıştır. İslam anlayışına
aykırı olarak, siyasal iktidarın kaynağı “Tanrı” sayılmamış, tüm iktidarın
kaynağı ve temeli olarak halk egemenliği asıl görülmüştür.
Yasama, yürütme ve yargı güçleri dinsel ilkeler dışına çıkarılmış ve dünyasal
bir anlayış ile çalışmaları sağlanmıştır.
Cumhuriyetin her türlü dinselliğe karşın, dünyasal bir temele oturtulması
gerçekçi bir tutum olmuş,Turkiye’nin çağdaş uygarlık yolunda
çok önemli bir dönemeci hâlâ zarar görmeden atlatmasını sağlamıştır.
Yapılanların anayasa ve yasalarla güvence altına alınması, genç
cumhuriyetin başlangıç yıllarındaki en önemli şansı olmuştur.
Son halifenin Turkiye’den ayrılması ve bu makamın ortadan kalkması
yeni sorunlar getiriyordu.
Mustafa Kemal’in kafasının arkasında nasıl bir plan olduğu,
herhangi bir kişisel nedenin bulunup bulunmadığı, Osmanlı hanedanı
üyelerinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşamalarının cumhuriyetin geleceği
açısından tehikeli olup olmadığı gibi konular hep tartışılmıştır.
Bir hanedan üyesinin ulkede bulunması, boş duran Osmanlı tahtını
doldurmak üzere padişahcı bir darbe girişimi olasılığının canlı tutulması
anlamına geliyordu. Aslında saltanatı kaldırıp sultanı sınırdışı ettikten sonra
Atatürk’ün kendi yarattığı halifeden fazlaca çekindiği söylenemez.
Çağdaş bir yapı ve görünüm artık din dışı gelişmelerle
gerçekleşebiliyordu. Yüzyıllardan beri doğudan batıya, yani uygarlığa
doğru yol alan Turkler, bu yolda daha da ilerleyeceklerdi ama bunun için
saltanatla beraber tüm dinsel varlığı ile halifeliğin de ortadan kalkması
zorunluydu. Gerici güçlerin hem dayanağı hem de simgesi durumuna
düşen Halifelik, Türkiye’deki çağdaş cumhuriyetçiliğin önünde en büyük
engel olarak duruyordu, cumhuriyet ile beraber yan yana yaşayamazdı.
Din politikaya araç olmaktan, devlet ise dinsel baskılardan kurtarılmalıydı.
Ayrıca islam dini tüm müslüman uluslarda özgürce yaşayacak, halifeliğin baskısından
kurtulacaktı. Halifeliğin kaldırılmasının içte ve dışta olmak üzere başlıca iki
anlamı vardır: İçeride, artık cumhuriyet yonetimi tam olarak yerini
alıyor, ülke iki başlılıktan kurtuluyor ve yeni düzen cumhuriyet ilkelerine
göre tamamlanıyordu. Türkiye Halifelik ile beraber çağ dışı kalmış
eski dinsel kurumları temizliyor, vicdan özgürlüğü çerçevesinde dine çağdaş
bir yapı kazandırıyordu.
Dışarda ise Türkiye artık islam dünyasının merkezi olmaktan çıkıyordu.
Genç Turkiye cumhuriyeti, Müslümanlığın dinsel önderliğini bir yana
bırakarak ve dünyasal otoriteye dayanan çağdaş bir hükümet kurarak
yirminci yüzyılda yerini almaya hazırlanıyordu.
Halifeyi sınırdışı edince Türkiye, çağdaşlaşmanın nimetlerine karşılık,
islam birliği ve müslüman ülkelerin desteğinden vazgeçer olmuştur.
Türkiye’de, ilk kez başlatılan bu değişikliklikler tüm islam dünyasına ışık
tutmuş ve diğer müslüman uluslar da kapalı toplum olmaktan çıkarak çağın yaşamına
ayak uydurmaya çalışmışlardır.
Yüzyıllarca islam dünyasınıı hegemonyası altında tutan halifeliğin kaldırılması
böylesine bir sürecin başlangıcı olmuştur. Dine dayalı bağnazlıktan müslüman
toplumların kurtulabilmesi için yeni bir şans yaratılmıştır.
Mustafa Kemal, dine dayanarak müslüman ulusların önderliğini yapma
yerine çağının ilk ulusal kurtuluş savaşını başarıya ulaştırarak uyanmaya
başlayan üçüncü dünya uluslarının bağımsızlık ve çağdaşlaşma
savaşımlarının öncülüğünü yapmaya öncelik vermiştir.
O’nun ilkeleri ve politikası bu tutumun açık göstergesidir.
Bir diğer gösterge de, içinde bulunduğumuz günlerde, tüm Kuzey Afrika’daki
Müslüman ülkelerin meydanlarını dolduran milyonların, “…Türkiye gibi olmak
İstiyoruz…” diye haykıran çığlıklarında gizlidir.
Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç
Maltepe Üniversitesi.