ATATÜRK VE ÇAĞDAŞLAŞMANIN TEMEL İLKELERİ
ATATÜRK VE ÇAĞDAŞLAŞMANIN TEMEL İLKELERİ

 I. GİRİŞ

 

“…Alçak girişimin, benim şahsımdan ziyade mukaddes Cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelerimize yönelmiş bulunduğuna şüphe yoktur.. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır.”

Gazi Mustafa Kemal

18 Haziran 1926, İzmir

 

İçinde yaşadığımız coğrafyayı yeniden bir vatana dönüştüren ve üzerinde tam bağımsız, halk egemenliğine dayanan, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti kuran Atatürk’ün naçiz vücudu, bugün elbette toprak olmuştur, çünkü O bir ölümlüdür.

Ancak, bir de bize bıraktığı özgür bir vatanın yanı sıra öyle de bir “rehber-ideoloji “ vardır ki.. işte o düşünce sisteminin yaydığı ışık ölümsüzdür, sonsuzdur. Batı bu ideolojiye “Kemalizm” adını vermişti. “Mustafa Kemal’in söylem ve eylemlerini savunan ve destekleyen düşünce sistemi” anlamında bu ifade kullanılıyordu. Kurtuluş Savaşı esnasındaki silahlı mücadelede Mustafa Kemal’in çevresinde tek yürek olanlara Kemalistler adını veren de yine bu Batı idi. İnebolu-Ankara yolunun bir diğer adı “Kemal Yolu“ idi, yani “Kemal’e Giden Yol”.

İşte, “Kemal”den yola çıkılarak adına “Kemalizm” denilen bu düşünce sistemi “Atatürk’ün Düşünce Boyutu”dur ki, ölümsüz olan odur.

O’nun artık “mazi” olan geçmişteki başarı ve hizmetlerini elbette unutmayacağız. Tabii ki bu husus çok önemlidir. O’nun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaşlaşma reçetesi olan temel ilkelerini ise sonuna kadar koruyacağız. Bu husus ise çok daha önemlidir.

İşte bu sunumun amacı, bu ilkelerin, özellikle ülkemiz ve günümüz dünyası için olan önemini yeniden hatırlamak ve hatırlatmaktır.

1. UNESCO’NUN DEĞERLENDİRMESİYLE ATATÜRK

Birleşmiş Milletler’in UNESCO Kültür Kolu 1978 yılında Paris’te Genel Kurul toplantısı yaparken, 11 ülkenin imzaladığı bir önerge ile “1981’in tüm dünyada ‘Atatürk Yılı’ olarak anılmasına karar verilmesini” önermiş ve bu öneri oybirliği ile kabul edilmiştir. Böylece 1981 yılı tüm dünyada “1981 ATATÜRK YILI” olarak kabul edilmiş; birçok ülkede heykelleri, büstleri dikilmiş; yüzlerce üniversitede uluslararası sempozyumlar, paneller, konferanslar düzenlenmiş; hakkında kitaplar, makaleler, yüksek lisans ve doktora tezleri yazılmıştır.

O tarihten bu yana, başka hiçbir devlet adamı için benzer bir uygulama da yapılmamıştır. Bu özel durum, Batı’nın Atatürk’e bakış açısını göstermesi açısından son derecede önemlidir.

Alınan bu kararın gerekçesi, günümüze de pek çok mesaj göndermektedir.

Gerekçeli kararda Atatürk’ün şu özellikleri öne çıkarılıyordu:

Atatürk;

  • yüzyılın başında emperyalizme karşı verilmiş bir mücadeleyi zafere götüren, hiç yenilmemiş, muzaffer bir komutandır.
  • Bir devlet kurucudur ve bu devletin kuruluş koşulları hiçbir devletin kuruluş koşullarıyla kıyaslanamaz.
  • Kurduğu devlet, halk egemenliğine dayanan demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti niteliğinde çağdaş bir cumhuriyettir.
  • Büyük bir “devlet adamı”, büyük bir “devrimci”, büyük bir “barış adamı”dır.
  • Tüm yaşamı, Unesco’nun kuruluş amaçlarına tamamen uygun olarak, uluslararası ilişkilerin daima barışçıl yollarla çözülmesi yönünde büyük çaba ile geçmiştir.
  • Kurduğu devletin çağdaşlaşması için oluşturduğu ve temeli “akılcılığa” ve “bilime” dayanan, adına Kemalizm denilen çağdaşlaşma modeli, pek çok ülkeye örnek ve umut olmuş bir liderdir.

Bütün bu gerekçeler nedeniyle, doğumunun yüzüncü yıl dönümünde bütün dünya 1981 yılını Atatürk Yılı olarak anmıştır.

2. ÇAĞDAŞLAŞMANIN TEMEL İLKELERİ

Tarihin kaydettiği en büyük imparatorluklardan biri olan Osmanlı İmparatorluğu, 1699 Karlofça Anlaşması’ndan itibaren önce “duraklama”, arkasından “gerileme” sürecine girmiştir. Devleti yönetenler uzun süre bu oluşumun nedenleri üzerinde isabetli düşünememişler, gerçeği  kavrayan III. Selim, II. Mahmut gibi reformcu padişahların devleti kurtarma çabaları ise, her yeniliğe “gâvur icadı” yaklaşımıyla karşı çıkan asker-sivil bürokratlarla, tarikat-cemaat güdümlü geniş yobaz kesimlerin yıkıcı muhalefeti nedeniyle olumlu sonuç vermemiştir. (Yavuz, s.51).

Bunun temel nedeni, Osmanlı İmparatorluğu’nun teokratik  yapıya sahip bir din-devleti olmasıdır. Özellikle XVII. yüzyıldan itibaren bu din, yanlış ellerde son derecede etkin bir silaha dönüşmüş, “içtihat” yani “yorum” kapısının kapanması oldukça hızlı bir tutuculuğu beraberinde getirmiştir. Böylesine içe kapanış, dünyadaki değişimlere sırt çeviriş, ne yazık ki imparatorluğun çağın dışına itilmesiyle sonuçlanmıştır.

Oysa önce sanatın resim, heykel, müzik, edebiyat ve benzeri her alanında “yeniden doğuş” anlamına gelen” Rönesans”ını yaşayan Batı, ardından yaptığı “Dinde Reform” ile Kilisenin özgür düşünce üzerindeki her türlü baskısından kurtulunca, Ortaçağ boyunca süren karanlık dönem sona ermiştir. Bunun sonucu olarak  her türlü dogmatik baskı gerilerde kalmış,  “akıl” her alanda öne çıkmıştır. O zaman da gözlem ve deneye dayanan,  bilimselsel ve teknolojik atılımlar ardı ardına gelmiştir. (Yavuz, s.51). Böylece dogmatizmin yerini “rasyonel amprisizm” veya İngiliz John Lock’un geliştirdiği “pragmatizm” almıştır. Buna göre artık insanlar Kilisenin dayattığı “işte mutlak gerçek budur” dogmasını bir kenara itip, onun yerine “deneye yer veren, yani aklın ve bilimin gözlem ve bulgularına dayanan”, dolayısıyla zaman içinde değişebilen gerçekleri  kabul etmeye başlamışlardır. (Giritli, s.5).

Bu gelişmeleri gözlemleyen ve özümseyen Mustafa Kemal, çok sonraları kuracağı Atatürkçü (Kemalist) İdeolojiyi “totaliter-dogmatik” değil, “demokratik-pragmatik” bir temele oturtacaktır. Nitekim, ilerde kuracağı Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Eğitim Bakanlarından Dr. Reşit Galip’in bir sorusuna vereceği yanıtta: “…Ben manevî miras olarak hiçbir nas-ı katı, hiçbir dogma, kalıplaşmış düstur bırakmıyorum. Benim mânevî mirasım ilim ve akıldır. Zaman süratle dönüyor…Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirildiğini iddia etmek, aklın ve ilmin inkişafını inkâr etmek olur…Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse mânevi mirasçılarım olurlar. “ diyecektir.

Mustafa Kemal bu gerçeği genç bir subay adayı olarak Manastır Askerî İdadisi’nde okuduğu yıllardan itibaren görecek, Batı’daki değişimin ve gelişimin nedenleri üzerinde yakın arkadaşlarıyla uzun tartışmalara daha o yıllarda girişecektir.

Dinde Reform’un üç yorumcusu Alman Martin Luther (1483-1546), Fransız Jean Calvin (1509-1564) ve İtalyan Münzer’in (1498-1525) fikirlerini derinlemesine incelemiş; Niccolo Machiavelli’nin (1469-1527) “cumhuriyet”, Jean Bodin’in (1530-1596) “egemenlik” kavramları  üzerindeki düşüncelerinden etkilenirken, “Tüm egemenlik kralda toplanmalıdır” şeklindeki aksi görüşü savunan Thomas Hobbes’u da (1588-1679) okumayı ihmal etmemiştir.

Aydınlanma çağının üç ünlü düşünürü, İngiliz Locke (1632-1704) “kuvvetler ayrılığı”, Fransız Montesquieu (1689-1755) “kuvvetler ayrılığı”, J.J. Rousseau (1712-1778)toplumsal sözleşmekonularındaki görüşleriyle de Mustafa Kemal’i yakından etkilemiştir.

Bütün bu gerçeklerin ışığında varılan sonuç, Batı’da çağdaşlaşmanın iki temel üzerinde yükselmiş olduğunu göstermektedir: 1. Akılcılık, 2. Bilimsellik.

İlerde kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin de temeli işte bu iki esas üzerine inşa edilecek, ayrıca devletin kuruluş ideolojisini teşkil edecek olan Kemalizmin 6 ilkesi de tümüyle bu esaslara, yani akılcılığa ve bilimselliğe dayanacaktır.

II – ATATÜRK’ÜN İZLEDİĞİ STRATEJİ

Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin tümüyle tarih sahnesinden silineceği anlaşılmıştı. Ya bu durum bir gerçek olarak kabul edilerek Türkler anavatanlarında kendilerine gösterilecek bir köşeye sığınıp orada yaşamak zorunda kalacaklar, ya da ölümü göze alarak ayağa kalkıp, yeniden ve bağımsız bir devlet kurmak üzere, belki de tüm dünya ile savaşacaklardı. Şişli’deki evinde Mustafa Kemal Paşa işte tüm bu olasılıkları gözden geçiriyor, sonunda en doğru kararın bu olduğuna karar veriyordu.

Mustafa Kemal Paşa bu kararı verdikten sonra, izleyeceği stratejiyi de belirlemişti: 1. Vatan düşmandan kurtarılacak, 2. Bu topraklar üzerinde yepyeni ve çağdaş bir devlet kurulacak, 3. Bu devletin her anlamda çağdaş olması için temel ilkeler saptanacak, 4. Bu ilkeler ışığında toplumu da çağdaşlaştırmak üzere, her alanda gereken devrim nitelikli reformlar yapılacaktır.

Bütün bunların gerçekleşebilmesi için ise, önce Anadolu’ya geçmek gerekmektedir. Aranılan fırsat kendiliğinden gelir: 21 Nisan 1919 Pazartesi günü Türk Dışişleri’ne Amiral Calthorpe imzasıyla verilen bir notayla Samsun ve civarındaki köylerde Türklerin Rumları katlettiği bahanesi ileri sürülüyor, “…ya çıkın düzeltin, aksi halde biz çıkacağız!…”tehdidi ileri sürülüyordu. Aslında Mondros Ateşkes Anlaşması’nın 7. Maddesi uygulanmak üzere, Karadeniz bölgesinin işgali için bir bahane aranıyordu.

Hükümet Mustafa Kemal Paşa’yı olayların tahkiki için Samsun’a göndermeye karar verince, aranılan fırsat kendiliğinden çıkmıştı.

Mustafa Kemal artık Anadolu’daydı. Stratejik uygulamaya geçilebilinirdi. Bu konuda İstanbul’da gerektiğinde yardım alabileceği çok az arkadaşı vardı ve daha doğrusu İstanbul’a güveni yoktu. Mondros’un imzalanması aşamasında yaptığı itirazlara gördüğü tepkileri hatırladıkça, bu konuda iyice karamsarlığa düşüyordu.

O günleri acı acı hatırladı… Neler olmamıştı ki…

1. KURTULUŞ

a. Hazırlık Aşaması:

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na son vermek üzere 30 Ekim 1918 Çarşamba günü İtilaf Devletleriyle Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmış, bu antlaşma ertesi gün saat 13:00’dan itibaren yürürlüğe girmiştir (Çekiç, 2001, s. 76). Böylece, ABD Başkanı Wilson’ın 8 Ocak 1918 günü ilan ettiği “14 Nokta” deklerasyonunun, Osmanlı Devleti ile ilgili olan 12. Maddesi uygulanmaya konuluyor ve imparatorluğun Türk olmayan unsurlarının üzerinde yaşadığı topraklar Osmanlı’dan  ayrılıyorlardı. (Çekiç, Mondros’tan İstanbul’a, 2007, s. 167).

Mondros Ateşkesi’nin bu ağır koşullarına karşı çıkan tek Osmanlı Generali Mustafa Kemal Paşa idi ve bu antlaşmanın 7. Maddesi gereğince işgallere başlayan İngilizlere karşı direnişe geçmişti. İskenderun’un boşaltılması için General Allenby’nin verdiği notaya ters bir yanıt vermiş, “…zorla girmeye kalkarsanız, askere ateş emri verdim” demişti. Gen. Allenby’nin şikâyeti üzerine de bu konuda İstanbul Hükümeti ile karşılıklı sert yazışmaları devam ediyordu. (Çekiç, Mondros’tan İstanbul’a, 2007, s. 203).

Sadrazam Ahmet İzzet Paşa Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği yanıtlardan birinde İngilizlerin bu taleplerinin haklı nedenlere dayandığını anlatmaya çalışıyor, kendisinin de biraz daha centilmence davranmasının doğru olacağını ifade ediyordu. Buna çok içerlemişti. 6 Kasım 1918’de verdiği yanıtta “…İngilizler’in iğfalkar muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden ziyade haklı gösterecek ve buna karşılık şirinlik gösterilerini içerecek emirleri uygulamaya yaradılışım müsait olmadığından …. komutayı hemen teslim etmek üzere yerime tayin buyuracağınız zatın süratle emir ve tebliğini hassaten istirham ederim” diyordu. İpler iyice gerilmişti. Hükümetten 8 Kasım 1918 tarihinde  iki satırlık bir tel emri geldi: “Yıldırım Orduları lağvedilmiştir”.  (Çekiç, Mondros’tan İstanbul’a, 2007, s. 194-211). Elinden orduları alınmış, o koşullarda İstanbul’a çağrılıyordu. Aynı gün Ahmet İzzet Paşa Hükümeti de istifa etmişti.

Mustafa Kemal Paşa artık sona gelindiğini en acı ve açık şekliyle anlamıştır. 10 Kasım günü Adana’dan hareket etmiş ve İtilaf donanması 13 Kasım 1918 Çarşamba günü İstanbul’a girerken, O da aynı gün Haydarpaşa’da trenden inmektedir. (Saruhan, 1993). İtilaf Donanması Boğaz’da konumlanırken (55 parça sonradan 61, daha sonra 167 gemiden oluşacak filo), kendisini karşılayan yaveri Cevat Abbas Gürer ile bir çatana içinde Karaköy’e doğru ilerleyecek, o esnada demir atmakta olan Yunan Averof zırhlısına bakarken, gözyaşlarına engel olamayan yaveri Cevat Bey’e dönüp, “…ağlama çocuk. Bir gün geldikleri gibi giderler diyecektir. (Çekiç, Mondros’tan İstanbul’a, 2007, s. 232).

Cevat Bey’in yanıtı umut doludur: “İnşallah bu size nasip olacak Paşam!…”

İstanbul’da ilk iş olarak Saray’dan randevu alır ve 15, 22 ve 29 Kasım Cuma günleri Sultan Vahdettin ile görüşmeler yaparak Mondros’un yol açabileceği tehlikeler konusunda bilgiler sunar, uyarılar yapmaya çalışır ama hiçbir sonuca ulaşamaz. Nişantaşı’ndaki evine döndüğünde bu devletten artık bütün umudunu kesmiştir. Artık Harbiye Nezareti (Milli Savunma Bakanlığı) emrinde işsiz bir generaldir. İskenderun’dan yaptığı karşı çıkışlar yüzünden gerek Hükümet gerekse Saray nezdinde tüm karizmasını yitirmiş, emrindeki yaverleri ve arabaları bile elinden alınmıştır. Beşiktaş, Akaretler 76 numaralı Zübeyde Hanım’ın evinden veya Nişantaşı’ndan Beyazıt’taki Harbiye Nezareti’ne her gün yürüyerek gidip gelmektedir. Bu ruh halindeyken Nişantaşı’nda ziyaretine gelen arkadaşlarıyla çıkış yollarını uzun uzun tartışmaktadır. Dinlediği çözüm önerilerinin büyük bir çoğunluğuna katılmaz. Sonunda nihayet kesin kararını verir. Yıllar sonra bu kararını Nutuk’ta şöyle dile getirecektir:

Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan,  kısıntısız, koşulsuz, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak”.  (Atatürk, Söylev, 1973, s. 9).

Hedef belli olmuştur. Üstelik şimdi artık Samsun’da, yani Anadolu topraklarındadır. Yol haritası da belli olmuştur. Önce doğuya gidecektir, çünkü düşman batıdadır, gereken hazırlıkları yapacak, sonra da batıya yönelip hesap günü gelince hesabı görecektir. Arkasından devletin kuruluşuna geçilecek, “tam bağımsız, halk egemenliğine dayanan, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti niteliğinde bir cumhuriyet” kurulacaktır. Sonra da en zor aşamaya gelinecek, her anlamda çağdaş bir toplum yaratmak üzere devrim niteliğinde reformlar yapılacaktır.

b. İsyan Aşaması

Bunun için yola koyuldu. Samsun’da İngilizlerin müdahalesini gerektirecek ölçüde bir sorun olmadığını Samsun’daki İngilizlere kanıtladı. Yapacak bir şey kalmamıştı. İstanbul’a dönmesi bekleniyordu ama, O Havza üzerinden Amasya’ya gelmişti bile. (12 Haziran 1919). Burada yayınladığı Amasya Genelgesi tam bir ihtilal bildirgesi gibiydi ve ulus iradesinin içinde bulunulan duruma el koyacağını açıkça ilan ediyordu.

Bu durum karşısında İstanbul Hükümeti O’nu görevden alsa da, büyük bir hızla Tokat ve Sivas üzerinden Erzurum’a gelmiş, Erzurum Kongresi’nin kararlarını dünyaya ilan ederek  Misak – ı Milli sınırları içinde vatanın bir bütün olduğunu, bir karış toprağının hiçbir şekilde hiçbir kimseye verilemeyeceğini dünyaya ilan etmişti. (23 Temmuz – 7 Ağustos 1919). Artık “Kuva – yı Milliyeyi etken, İrade – i Milliyeyi egemen kılmak” esastı ve Anadolu’da bölgesel olarak sürdürülen direnişler şimdi bir merkez tarafından yönetilir hale geliniyordu.

Sivas Kongresi, Erzurum Kongre kararlarını aynen onayladığı gibi, ayrıca “manda kabul edilemez” hükmünü getirmişti. Böylece silahlı mücadele hazırlığına bütün ülkede hızla gidiliyor ve hiçbir büyük devletin himayesinin  kabul edilmeyeceği de vurgulanıyordu. Esasen Kuva – yı Milliye’nin ilk görüntüleri batıda İzmir’in Yunanlılar tarafından, güneyde ise Dörtyol’un Fransızlar tarafından işgali esnasında kendini göstermeye başlamış, direniş tüm ülkeye hızla yayılmıştı. Ama artık düzenli ordular kurma aşamasına geçmek gerekiyordu. Bunun için yasa çıkartmaya gereksinim vardı. Bu oluşum kongrelerin temsil heyetlerine verdiği yetkilerle gerçekleştirilemezdi. Bu nedenle bir yasama organının süratle açılması zorunluydu.

İşte bu amaçla ve hızla Ankara’ya geldi (27 Aralık 1919) ve Büyük Millet Meclisi’ni açtı. (23 Nisan 1920).

Buraya kadar geliş hiç de kolay olmamıştı. Erzurum’da kongreyi ilk gün yönetmek üzere kürsüye çıktığında bir delege söz almış, “…artık Paşa olmadığını, kongre oturumlarına asker üniformasıyla gelmemesini” söylemişti. Oysa bilmiyorlardı ki, sırtından asker üniformasını çıkarttığı taktirde, onun yerine giyecek bir sivil elbisesi yoktu. Bunu alacak parası da yoktu. Sorunu Mazhar Müfit Kansu çözmüştü. Erzurum Valisi Münir Akkaya’dan ödünç bir elbise almış ve Mustafa Kemal Paşa kongreler boyunca ödünç alınan o elbiseyi giymişti. Başındaki fes ise Mazhar Müfit’indi.

Erzurum Kongresi Oltu halkının topladığı 250 liralık bütçeyle  çalışmış ve Kongre bittiğinde kasada 80 lira kalmıştı. Bu para Temsil Heyeti’ni Sivas’a götürecek üç arabanın benzin parasını bile karşılamıyordu. Durumu son gün fark eden bir binbaşı emeklisi Süleyman Bey çıkıp da tüm varlığı olan 900 lirasını bağışlamasa temsil heyeti Sivas’a gelemeyecekti.

Sivas’ta da durum aynıydı. Parasızlıktan tüm delegeler Şekerzade İsmail Efendi’nin evinde kalıyordu. Ankara’ya hareket etmek üzere yola çıkılacağı zaman  Binbaşı Hüsrev (Gerede) Bey, tüm arkadaşları dolaşıp, herkesten alabildiği paralarla pazara çıkmış, ancak 20 ekmek, 10 yumurta, iki okka peynir alabilmişti çünkü para bitmişti. Bu koşullarda Ankara’ya gidebilmek imkansızdı ve zira gene benzin parası yoktu. Mecbur kalındı Osmanlı Bankası Sivas Şubesi Müdürü Oscar Schimith vasıtasıyla bankadan 1000 lira kredi alınarak yola çıkıldı ve bir ülkenin kaderini çizecek olan kararları almak üzere Büyük Millet Meclisi işte bu şartlarda açıldı.

Kurtuluş Savaşı çok mu zor koşullarda yapıldı? Onu biraz da bu ayrıntılarda gözlemek gerek.

Düzenli ordular işte bu şartlarda kuruldu. Ordu-millet dayanışmasıyla tarihte benzeri olmayan fedakârlıklar yapılarak bir dünya savaşının mağrur ve muzaffer devletleri perişan edildi. Ardı ardına gelen  Birinci İnönü, İkinci İnönü, Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi gibi zaferlerin ardından , rüya zannedilen gerçek oldu. Afyon-İzmir arası kuş uçuşu 400 kilometre idi. Karadan bu mesafe 560 kilometreye çıkıyordu. Mehmetçik, sırtında 17 kilo yük, elinde süngü, düşe kalka, vuruşa vuruşa bu mesafeyi 10 günde aşmıştı. Mehmetçik her gün bir maraton koşmakla kalmamış, üstelik 10 günde 10 maraton koşmuştu. KURTULUŞ işte böyle gelmişti. Sıra şimdi KURULUŞ’ta idi.

2. KURULUŞ

Silahlı mücadele planlandığı ve amaçlandığı gibi tamamlanmıştı. Şimdi sıra bir başka mücadeleye gelmişti. Devlet kurulacaktı ama sınırları nerelerden geçecekti? Bu kez masada aynı devletlere karşı İsmet Paşa ve arkadaşları bir başka meydan muharebesi veriyordu. Bu da diğeri gibi çetin geçti. Görüşmeler kısa bir süre sonra kesildi. İsmet Paşa 5 Şubat 1923’de masayı terketti. Osmanlı Devleti zamanında elde ettikleri imtiyazları kaçırmak istemeyen batılılar, kapütilasyonlar, Osmanlı borçları, sınırlar, azınlıklar, Musul-Kerkük, Ermeni Meselesi ve benzeri konularda uzlaşmaz bir tavır sergiliyorlardı. Görüşmeler böylece kesildi ama 23 Nisan 1923’te yeniden başladı ve nihayet 24 Temmuz 1923’te Lozan Andlaşması imzalandı.

24 Ağustos 1923’te TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe giren Lozan Andlaşması, yeni kurulan Türk Devleti’nin ilgili ve yetkili tüm devletlerince onaylanan hukuksal belgesidir.

Devlet kurulmuştu ama, rejimi ve yönetim biçimi hâlâ belli değildi. Bu sorun da  belli zorluklar aşılarak çözülmüş ve Cumhuriyet kurulmuştu. (29 Ekim 1923).

(Bu konunun ayrıntısı bu makalenin sınırlarını aşacağı için ayrıntıya girilmemiştir.)

a. Reformlar Aşaması:

Her devrim üç aşamadan geçilerek gerçekleştirilir. Hazırlık ve İsyan aşamaları geçilmiş, şimdi sıra Reformlar Aşamasına gelmişti.

 3. ÇAĞDAŞLAŞMACI DEVRİM

Şimdi sıra çağdaşlaşmanın gereği olan devrimlere gelmişti. Son derecede geri bıraktırılmış bu toplumu çağdaş uluslar düzeyine çıkarmak için nereden başlamalıydı? Gazi Mustafa Kemal bu noktayı çok uzun yıllardan bu yana planlamaktaydı. Devrim niteliğindeki reformlarını  4 grupta topladı:

3.1 Siyasal Reformlar:

  • Saltanatın Kaldırılması: 1 Kasım 1922 günü saltanat ve hilafet birbirinden ayrılarak saltanat kaldırılmış, böylece Cumhuriyete giden yol açılmıştı.
  • Cumhuriyetin İlanı: (29 Ekim 1923). Cumhuriyet başlı başına bir devrimdir ve de laik bir temele oturtulduğu için de mutlaka demokratiktir. Böylece halk egemenliğine dayanan reformlar yapılacağı anlaşılmıştı.
  • Hilafetin Kaldırılması: (3 Mart 1924). Halifenin yani dinsel bir liderin bulunduğu bir toplumda laik ve radikal reformların yapılamayacağı açıktı. Hilafet kaldırılarak bu tür yapılacak tüm reformların yolu açılmış, önce devlet laikleştirilmişti.

3.2 Hukuksal Reformlar:

  • Laik bir anayasa kabul edilmiş (10 Ocak 1921), hukuk düzeni tümüyle çağdaş ve laik bir temele oturtulmuştur.
  • Şer’i mahkemeler kaldırılmış, yerlerine evrensel hukuk normlarıyla çalışan hukuk mahkemeleri kurulmuştur.
  • Medeni Hukuk kabul edilerek Medeni Kanun yürürlüğe sokulmuş, Batı’dan Ceza Hukuku, Ticaret Hukuku, İcra-İflas Hukuku gibi tüm ileri ve çağdaş devletlerin kullandığı hukuka geçilmiştir.

3.3 Sosyal Reformlar:

  • Şapka Kanunu kabul edildi. (25.11.1925)
  • Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, tarikatların yasaklanması. (30.11.1925)
  • Birçok unvanların kaldırılması.
  • Uluslararası rakamların kabulü. (20 Mayıs 1928)
  • Uluslararası saat ve takvimin kabulü. (20.5.1928)
  • Uzunluk ölçülerinin değişmesi, metre, kilogram, litre ölçüşlerinin kabulü. (1.4.1931)
  • Osmanlı unvanlarının kaldırılması. (26.11.1934)
  • Bazı Osmanlı kıyafetlerinin yasaklanması. Hangi dinden olursa olsun din adamlarının mabet dışında dinsel kıyafetlerle dolaşmasının yasaklanması. (3.12.1934)
  • Soyadı Kanunu. (21.06.1934) Atatürk soyadının verilmesi. (24.11.1934)
  • Kadınlara medeni ve siyasi hakların verilmesi. Belediye seçimlerinde seçme ve seçilme haklarının verilmesi. (3 Nisan 1930)
  • Kadınlara siyasal haklar: Milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilmesi. (5.12.1934)

3.4. Eğitim ve Kültür Reformu

  • Eğitim Birliği Yasası (3 Mart 1924) Böylece tüm orta öğretim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması.
  • Latin Harflerinin kabulü. (1.11.1928)
  • Türk Dil Kurumu’nun kurulması. (12.4.1931)
  • Türk Tarih Kurumu’nun kurulması. (3 Ekim 1931)
  • Darülfünun’un kapatılarak, İstanbul Üniversitesi’nin açılması.

Böylece on beş yıl gibi kısa bir süreye sığdırılan bu reformlarla toplum tümüyle kabuk değiştirmiş ve çağdaşlaşma yolunda tüm dünyayı hayran bırakan önemli gelişmeler kaydetmiştir.

4.ATATÜRKÇÜLÜK

Bütün bu gelişmeler kaydedilirken bir taraftan da kurulan devletin ve toplumun üstünde inşa edileceği temel unsurlar tespit ediliyor ve zaman içinde bunlar bir araya gelerek adına Atatürkçülük dediğimiz Atatürk’ün düşünce sistemini ortaya çıkarıyordu.

Atatürkçülük Mustafa Kemal’in düşünce ve eyleminin bir bütün olarak savunulmasıdır. Diğer bir ifadesiyle Türkiye’nin “çağdaşlaşma modeli” dir.

Atatürkçülüğün ana hedefi olan çağdaşlaşma kısaca, her alanda de tam anlamıyla çağın gereklerini yerine getirmek demektir. Çağdaş bir devlet siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel açılardan tam bağımsız; teknolojik ve endüstriyel gelişmesini tamamlamış, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğünü benimsemiş, laik, demokratik, sosyal hukuk devletidir. İşte Atatürk’ün devletini ve ulusunu böyle bir düzeye taşıyabilmek için ortaya koyduğu ilkeler zaman içerisinde Atatürkçülüğün veya Kemalizm’in Temel İlkeleri olarak benimsenmiş ve 5 Şubat 1937 tarihinde Anayasa’ya girmiştir. Bu ilkeler:

 4.1. Cumhuriyetçilik İlkesi:

Kemalizm’in ana hedeflerinden biri, Cumhuriyet kurmaktı. Ama, halkçı, demokratik ve laik bir Cumhuriyet kurmak. Çünkü insan onuruna, Türk ulusunun doğasına en uygun olan rejim Cumhuriyet idi.

4.2. Ulusçuluk (Milliyetçilik) İlkesi:

Türk devrimi yapılırken, Dünya Avrupa merkezli bir yapıdadır. O dönemin en çağdaş ve ileri devlet biçimi Avrupa’nın “ulus-devlet” modelidir. Tüm Avrupa ülkeleri Fransız Devrimi’nden sonra bir uluslaşma sürecinden geçerek kendi ulusal devletlerine sahip oldukları için, Kemalist devlet de benzer doğrultuda bir ulusal devleti gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Bunun için bir “ulus” varlığı ön koşuldu. Bu nedenle Misak-ı Milli sınırlarının içinde yaşayan tüm insanları kökenlerine bakmadan bir yeni “ulus” kavramı içinde bir araya getirmek Atatürkçülüğün hedefi idi. Bu ulusalcılık (milliyetçilik) anlayışı, kafatasçı ve ırkçı değildir. Tam tersi usçu(akılcı), uygar, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici, yüceltici, insancıl ve barışçıldır. Bu anlayış ulusalcılığı reddeden komünizm ve ümmetçilik gibi siyasal akımlara karşıdır.

4.3. Halkçılık İlkesi:

Atatürk “Ayrıcalıksız, sınıfsız bir ulusuz” derken halkçılık anlayışını yansıtmıştır. Atatürkçülük (Kemalizm) herhangi bir sınıfın egemenliğini reddeden, ılımlı topluluğu öngören, her türlü sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Halkçılık ilkesi hiçbir sınıfın üstünlüğünü benimsemez. Bütün halkın kayıtsız şartsız egemen olduğu bir düzeni benimser. Halkçılık, idarenin alacağı yönetsel kararlara, çıkaracağı yasalara, toplumdaki güçlülere, varlıklılara, sınıf ve zümrelere yönelik değil; güçsüzlere, emeği ile geçinenlere yönelik bir siyaset izlenmesini amaçlar.

4.4. Devletçilik İlkesi:

Bu ilke ile Devlet ekonomiye öncülük edecektir. Özel teşebbüsün ilgi göstermediği ama toplum için önemli olan alanlara devlet yatırım yapacaktır. Özel girişimcilerin yetiştirilmesine yardımcı olacak ama öte yandan da yeterince kârlı olmadığı gerekçesiyle özel teşebbüsün girmediği alanlarda eğer bir “kamu-yararı” varsa, devlet yatırım için öncülük yapacak, bu amaçla da gerekli kamu ekonomik kuruluşlarını (İktisadi Devlet Teşekkülü) kuracaktır. Burada ulusal devletin kendi özel teşebbüsüyle rekabete girmesi değil, özel teşebbüsle birlikte bir ahenk içinde (karma ekonomi) toplumsal kalkınmayı sağlamaktır.

4.5. Laiklik İlkesi:

Atatürkçülüğün temel ilkesidir ve çağdaşlaşmanın ön koşuludur. Ulusal sınırlar içinde farklı dinden ve mezhepten gelen insanları, ulusal potada bir araya getiren; bireyleri dogmatik baskılardan arındırıp din ve vicdan özgürlüğüne kavuşturan; devletin yönetimsel işlerini kesinlikle dinsel baskı ya da otoriteden uzak kalmasını sağlayan bir temel ilkedir.

4.6. Devrimcilik İlkesi:

Atatürkçülük esasen kendi başına bir devrimdir. Var olan köhnemiş ve çağ dışı kurumları zorla yıkmak ve yerlerine çağın gereklerine uygun modern kurumlar oluşturmak ve bu anlayışı sürekli egemen kılmak temeline dayanır. Diğer tüm ilkelerin de “devrimci” bir yaklaşımla ele alınması gerekmektedir. Cumhuriyetçi olunacak ama “devrimci bir Cumhuriyetçi” olunacaktır. İçinde bulunulan çağın Cumhuriyetçi anlayışı hangi noktaya ulaşmışsa, Laiklik anlayışı zaman içerisinde hangi noktalara kadar gelişim göstermişse birey ve toplum o düzeydeki laikliğin destekleyicisi olacaktır. Kemalizm böylece statik değil, dinamiktir.

III. SONUÇ:

Atatürkçü  Devrim, Türkiye’nin özel koşullarına ve Türkiye’ye benzeyen diğer ülkelerin genel koşullarına uygun bir biçimde değerlendirilebilir. Çağımızın siyasal süreci içinde Atatürkçü Devrim’in kalkınmakta olan tüm dünya ülkelerine yeni ve çağdaş bir seçenek sunduğuna kuşku yoktur.

Çağdaşlaşma ne demektir?

Kısaca çağdaşlaşma, her alanda ve tam anlamıyla çağın gereklerini yerine getirmek demektir. İster bir devletten, ister bir toplumdan bahsedilsin, bu basit tanımın içine girebilir ama bu yeterli değildir. Bununla birlikte ve bunun yanında o toplumdaki insanın özgürleşmiş olması şarttır.

Çağdaş bir devlet; siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel açılardan tam bağımsız; teknolojik ve endüstriyel gelişmesini tamamlamış, insan haklarına saygılı, hukuğun üstünlüğünü benimsemiş, laik, demokratik, sosyal hukuk devletidir.

Atatürk Devrimi’nin amacı: “Ulusal çağdaşlaşmayı sağlamaktır”. O halde, Türk Devrimi bir ulusal bağımsızlık ve çağdaşlaşma hareketinin adıdır.

Bu ilkeler daha sonra 6 ilke olarak benimsenmiş ve 5 Şubat 1937’de Anayasa’ya girmiştir.

İdeolojiler, “düşünce ve inanç sistemleridir”.

Atatürkçü ideoloji, “totaliter-dogmatik” değil, “demokratik-pragmatik”tir.

Çağdaş özgürlükçü rejimlerin “demokratik” olan ideolojilerinin temeli “dogmatizm” değil, “rasyonel ampirizm” veya “pragmatizm”dir.

John Lock tarafından temelleri geliştirilen pragmatizm “mutlak gerçek” yerine “deney”e yer verir. Yani akıl ve bilimin gözlem ve bulgularına dayanan ve dolayısıyla zaman içinde değişen gerçekleri kabul eder.

“Ben manevi miras olarak nas-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış düstur bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Zaman süratle dönüyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirildiğini iddia etmek olur.. Bundan sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerindeki akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar”(Atatürk’ün arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a verdiği yanıt).

Pragmatik-demokratik bir ulusal modernleşme ideolojisi olan Atatürkçülük, hem kalıplaşmış düşünceye karşıdır, hem de tüm yeniliklere ve çeşitliliğe açıktır.

Atatürkçülük, çağdaşlaşmanın inanç sistemi ve eylem programıdır.

1. Kemalizm ve İlkeleri

Kemalizm, Mustafa Kemal’in düşünce ve eyleminin bir bütün olarak savunulmasıdır.

Atatürkçülüğün bilimsel adıdır.

Batı dışında kalan bir ülke olan Türkiye’nin kurucu önderinin düşüncelerine ve çizdiği yola Kemalizm denilmektedir.

Kemalizm’in çağdaşlaşma ilkesi nedir? Aklın ve bilimin öncülüğünü kabul etmektir.

Kemalizm felsefesinin temeli nedir? Pozitivizm (Olguculuk) yani olguların bilimsel yöntemle incelenmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan gelişmelerin yine bilimsel yöntemlerle değerlendirilmesidir.

Kemalizm gelişmekte olan ülkeler için komünizmin bir alternatifi olarak görünmüştür.

Maurice Duverger

27 Mayıs 1961, Le Monde

Kemalist Devrim, emperyalizme karşı verilmiş bir “ulusal kurtuluş” devrimidir.

Kemalist Devrim diğerlerinden nasıl ayrılır?

  1. Kemalist Devrim bir halk devrimidir, Fransız Devrimi ise bir burjuva devrimidir.
  2. Kemalist devrim çökmüş bir düzenden sonra, yeni bir düzen kurmak için yola çıkmıştır. Fransız Devrimi ise yerleşik bir düzene karşı yapılmıştır.
  3. Sovyet Devrimi, işçi sınıfı düşüncesiyle bir proletarya diktatörlüğü kurmak için çaba göstermiştir. Kemalist Devrim ortada ciddi bir endüstriyel yapı olmadığı için, olmayan bir işçi sınıfına dayanarak bir devrim yapılamayacağının ama emperyalizmin altında ezilen yoksul halk kitlelerine sahip çıkarak bir ulusal kurtuluş devrimi yapılabileceğini savunmuştur.

Kemalist Devrim nasıl yorumlanabilir?

  • Modernleşmeden (çağdaşlaşmadan) yana olanlar Kemalizm’e olumlu yaklaşırlar.
  • Muhafazakâr yaklaşımdan olanlar, onun radikal devrimci yanını yadırgar, O’nu bir sapma olarak görür.
  • İslamcı olanlar, laiklik nedeniyle Kemalizm’i tümüyle reddederler.
  • Liberal olanlar, Devletçilik ilkesi nedeniyle Kemalizm’i dışlama eğilimindelerdir.
  • Aşırı özel sektörcüler, Kemalizm’i faşizme benzetme derecesinde haksız değerlendirmeler yaparlar.
  • Sosyalist tezleri savunanlar, anti-emperyalist yönüne olumlu bakarken, işçi sınıfı diktasını reddettiği için eleştirirler.
  • Irkçı-Turancı akımlar ise, Türkçülüğe önem verdikleri için Kemalizm’in ülke ve yurt ulusçuluğunu benimsememişler ve karşı çıkarak kendi görüşlerini zorla topluma benimsetmek istemişlerdir.

Kemalizm 6 ilkesi iki grupta toplanabilir.

Birinci Grup: Cumhuriyetçilik, Ulusçuluk, Laiklik.

İkinci Grup: Devletçilik, Halkçılık, Devrimcilik.

Birinci grubun kökeni Fransız Devrimi’ne uzanırken, İkinci grubun kökeni ise Sovyet Devrimi’ne kadar uzanmaktadır.

Cumhuriyetçilik İlkesi: Kemalizm’in ana hedeflerinden biri, Cumhuriyet kurmaktı. Ama, halkçı, demokratik ve laik bir Cumhuriyet kurmak çünkü insan onuruna, Türk ulusunun doğasına en uygun rejim Cumhuriyet idi.

Ulusçuluk (Milliyetçilik) İlkesi: Kemalist devrim yapılırken, Dünya Avrupa merkezli bir yapıdadır. O dönemin en çağdaş ve ileri devlet biçimi Avrupa’nın “ulus-devlet” modelidir. Tüm Avrupa ülkeleri Fransız Devrimi’nden sonra bir uluslaşma sürecinden geçerek kendi ulusal devletlerine sahip oldukları için, Kemalist devlet de benzer doğrultuda bir ulusal devleti gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Bunun için bir “ulus” varlığı ön koşuldu. Bu nedenle Misak-ı Milli sınırlarının içinde yaşayan tüm insanları kökenlerine bakmadan bir yeni “ulus” kavramı içinde bir araya getirmek Kemalizm’in hedefi idi. Bu ulusalcılık (milliyetçilik) anlayışı, kafatasçı ve ırkçı değildir. Tam tersi usçu(akılcı), uygar, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici, yüceltici, insansal ve barışçıldır. Bu anlayış ulusalcılığı reddeden komünizm ve ümmetçilik gibi siyasal akınlara karşıdır.

Halkçılık İlkesi: Atatürk “Ayrıcalıksız, sınıfsız bir ulusuz” derken halkçılık anlayışını yansıtmıştır. Kemalizm herhangi bir sınıfın egemenliğini reddeden, ılımlı topluluğu öngören, her türlü sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Halkçılık ilkesi hiçbir sınıfın üstünlüğünü benimsemez. Bütün halkın kayıtsız şartsız egemen olduğu bir düzeni benimser. Halkçılık, idarenin alacağı yönetsel kararlara, çıkaracağı yasalara, toplumdaki güçlülere, varlıklılara, sınıf ve zümrelere yönelik değil; güçsüzlere, emeği ile geçinenlere yönelik bir siyaset izlenmesini amaçlar.

Devletçilik İlkesi: “…Devlet ekonomiye öncülük edecektir. Özel teşebbüsün ilgi göstermediği ama toplum için önemli olan alanlara devlet yatırım yapacaktır. Özel girişimcilerin yetiştirilmesine yardımcı olacak ama öte yandan da yeterince kârlı olmadığı gerekçesiyle özel teşebbüsün girmediği alanlarda eğer bir “kamu-yararı” varsa, devlet yatırım için öncülük yapacak, bu amaçla da gerekli kamu ekonomik kuruluşlarını (İktisadi Devlet Teşekkülü) kuracaktır. Burada ulusal devletin kendi özel teşebbüsüyle rekabete girmesi değil, özel teşebbüsle birlikte bir ahenk içinde (karma ekonomi) toplumsal kalkınmayı sağlamaktır”.

Laiklik İlkesi: Kemalizm’in temel ilkesidir ve çağdaşlaşmanın ön koşuludur. Ulusal sınırlar içinde farklı dinden ve mezhepten gelen insanların, ulusal potada bir araya getiren; bireyleri dogmatik baskılardan arındırıp din ve vicdan özgürlüğüne kavuşturan; devletin yönetimsel işlerini kesinlikle dinsel baskı ya da otoriteden uzak kalmasını sağlayan bir temel ilkedir.

Devrimcilik İlkesi: “Kemalizm esasen kendi başına bir devrimdir. Var olan köhnemiş ve çağ dışı kurumları zorla yıkmak ve yerlerine çağın gereklerine uygun modern kurumlar oluşturmak” ve bu anlayışı sürekli egemen kılmaktır. Diğer tüm ilkelerin de “devrimci” bir yaklaşımla ele alınması gerekmektedir. Cumhuriyetçi olunacak ama “devrimci bir Cumhuriyetçi” olunacaktır. İçinde bulunulan çağın Cumhuriyetçi anlayışı hangi noktaya ulaşmışsa, Laiklik anlayışı zaman içerisinde hangi noktalara kadar gelişim göstermişse birey ve toplum o düzeydeki laikliğin destekleyicisi olacaktır. Kemalizm böylece statik değil, dinamiktir.

IV. SONUÇ

Kemalist Devrim, Türkiye’nin özel koşullarına ve Türkiye’ye benzeyen diğer ülkelerin genel koşullarına uygun bir biçimde değerlendirilebilir. Çağımızın siyasal süreci içinde Kemalist Devrim’in kalkınmakta olan tüm dünya ülkelerine yeni bir seçenek sunduğu kuşkusuzdur.

Emperyalizm devam ettiği sürece, Kemalist Devrim tüm dünya halklarına ve ulus devletlerine yön göstermeye devam edecektir.

Altı ilke oluşurken, Mustafa Kemal hiçbir siyasal ideolojiyi ya da devrimi tümüyle kopya etmeyen ama bunların hepsinden yararlanarak ortaya, kendine özgü, çağdaş bir Türk modeli getiren siyasal tutumu izlemiştir.

Bu yönü ile Kemalizm, dünya ülkelerine farklı bir seçenek sunmaktadır. Emperyalizme karşı ulusal Kurtuluş Savaşı vermek zorunda kalan geri kalmış ülkeler için Kemalizm önemli bir gelecek programı sunmaktadır.

Kaynakça

Atatürk. (1973). Söylev (Cilt 1). Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

Çekiç, O. (2001). İmparatorluktan Cumhuriyete Türk Kurtuluş Savaşı Belgeseli, 1917-1920. İstanbul: Or Yayınları.

Çekiç, O. (2007). Mondros’tan İstanbul’a. İstanbul: Cumhuriyet Yayınları.

Saruhan, Z. (1993). Kurtluş Savaşı Günlüğü (Cilt 1). Ankara: Türk Tarih Kurumu.