ATATÜRK “BAŞKANLIK” REJİMİNE KARŞI.
ATATÜRK “BAŞKANLIK” REJİMİNE KARŞI.

Atatürk “Başkanlık” rejimine karşı.

Aynı günlerde doğrudan Atatürk’e yönelik bir takım yazıların gazetelerde görüldüğü de oluyordu. Bu gazetelerden biri, güya Fethi Bey’in Atatürk’e “yaşam boyu” cumhurbaşkanlığı önerdiğini yazmıştı.  Tamamen uydurma olduğu anlaşılan bu haber derhal tekzip edilmiş, fakat yankıları sürmüştü. Gazetelerin Ankara temsilcileri bu vesileyle ve kamuoyunu aydınlatmak için Atatürk’ü ziyaret ettiler. Sordukları soru şuydu:

“Farzedelim ki size böyle bir teklif yapıldı. Yanıtınız ne olurdu?

Atatürk şu yanıtı vermişti:

Bana ötedenberi bu ve buna mümasil tekliflerde bulunanlar çok olmuştur. Siz ve efkârı umumiye bilmelisiniz ki, bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez. Benim gayem Türkiye’de, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet hakimiyetini egemen kılmak ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bir teklifi, benim idealimi cidden rencide eden bir manada telakki ederim. Bu noktada şu veya bu tefsirlere giden sözlerin manasını, beni iyi tanımış olan Türk Milleti, benden daha iyi takdir eder.”

Atatürk bu ifadesiyle, kendisine hilafet hatta saltanat hakkında yapılan önerileri nasıl şiddetle reddettiğini anımsatmak istiyordu. Kendi kurduğu partinin ölünceye kadar başkanı olması yolunda yapılan teklifi de aynı düşünceyle reddetmişti (Soyak, Cilt.2, s.435).

27 Nisan 1931’de yeni seçimin sonuçlanması üzerine, ulusa bir beyanname yayınlamış ve yeni seçilenleri kutlamıştı 4 Mayıs günü de üçüncü kez cumhurbaşkanı seçilmiş, kabineyi de İsmet Paşa’nın kurmasını istemişti.

Bu vesile ile Akşam gazetesi başyazarına demeç verirken, sözün arasında,

…Eğer İsmet Paşa, hükümeti kurmayı kabulden kesin olarak çekinmiş olsaydı, başvekilliği bizzat üzerime almaktan başka çare kalmazdı: Ya ben, ya İsmet Paşa.” demişti.

Bu demeç basında derhal, acaba bizde de A.B.D.’ndeki gibi “başkanlık sistemi mi kurulacak” şeklinde yorumlara yol açtı. Bunun üzerine Atatürk, İsmet Paşa’yı, Fethi Bey’i, Serbest Fırka’nın Genel Sekreteri Nuri Conker’i ve bazı milletvekillerini davet ederek, onlara şu açıklamayı yapmak gereğini duymuştu:

Arkadaşlarımız içinde başvekillik yapacak zevat çoktur; fakat bütün bu arkadaşlarım da dahil olduğu halde, milletin umumi temayülü (eğilimi), benim şu veya bu zaruret karşısında başvekil olmamı icap ettirirse, bu vazifeyi kemalî tevazu ve minnetle yapmaya hazırım. Bu takdirde benim aynı zamanda Reisicumhurluğu üzerimde bulundurmamın elbette kanunî imkânı yoktur. Benim alacağım bu yeni vaziyeti muhtelif tarz ve manalarda kötüye yorumlamak…hiç de makul ve mantıkî değildir.

Amerika sistemini memleketimizde tatbik etmeyi hiç hatırıma getirmedim; sistemsiz ve kanunsuz tarzda, Reisicumhurlukla Başvekâleti birleştirmeyi düşünmedim ve düşünecek adam olmadığım bütün milletçe malûmdur zannederim. Bugünkü şartlar içinde, bir hükümetin millet ve memleket menfaati için takviyesine masruf herhangi sözümü, bin türlü malayanilerle istismar etmeye kalkışmak isteyenler, çok bedbaht adamlardır. Akşam gazetesi başmuharririne söylediğim sözler, benim ağzımdan çıkmıştır ve icabında daima tekrar olunacak sözlerdir.”                                       

Atatürk bu sözleri aslında  tam da bugün için söylemiş. O’na diktatör yakıştırması yapanlar, O’nun basına verdiği bu demeçten haberdar mıdırlar acaba? 

Böyle bir demeç vermek zorunda kalmasının nedeni şuydu:

Ülkenin her şeye ihtiyacı vardı, buna karşılık olanaklar kısıtlydı. Hükümet bir taraftan çok önemli yatırımlara girişiyor, demiryolları projesi büyük bir hızla sürüyordu, bunun için gereken finansmanı sağlamak için ise, halkın sırtına takatinin üzerinde vergi yükleniyordu. Adeta en büyük yatırımlar, bir neslin sırtından çıkarılmaya çalışılıyordu, çiftçi perişandı.

Paris’ten izinli geldikçe Fethi Bey’in Atatürk’e en büyük yakınması, hükümete yönelik en büyük eleştirisi de işte bu noktada toplanıyordu. Artık Parti Başkanı olan  Fethi Bey, İnönü’ye gene bu noktadan yükleniyordu.

Öte yandan da bu ve benzeri yatırımlara hızla yönelmek gerekiyordu. Devletin önemli bir ihraç kalemi yoktu. Henüz hiçbir ülkeden uygun kredi alınmamıştı. Kendi yağımızla kavrulmak zorundaydık. İyi ama kavrulmak için gerekli olan yağ bile yoktu memlekette..

Bu nedenle ülkede iki farklı fikir oluşmuştu:

  1. Vergiler ödeme gücünün üstündeydi. Bazı teşebbüsler zamansız ve yersizdi. Bunların finansmanı  tek bir nesilden çıkartılmaya çalışılmamalıydı.
  2. Hükümet ve taşradaki yöneticiler halka karşı sert davranıyorlardı. Özgürlükler kısıtlanıyordu. Halk genel olarak mutsuzdu.

Çözüm olarak varılan ortak görüşe gelince, en iyisi Atatürk fiilen işin başına geçmeliydi. Hükümeti fiilen o yönetmeliydi. İcraatın içinde olmalı, tüm vekâletleri hergün dolaşıp denetlemeli, işlerin nasıl geliştiğini yakından izlemeliydi.O zaman işler yoluna girerdi.

Halk böyle düşünüyor, basın da bunu haber yapıyordu. Oysa ekonomi yönetimi farklı bir şeydi. Fakat buna rağmen Gazi’ye o kadar güveniyordu ki halk, O’nun her sorunu çözeceğinden emindiler.

İşte bu genel istek üzerine, başbakanlığı kabul edebileceğini ama o takdirde aynı zamanda cumhurbaşkanlığını da üzerinde katiyen tutmayacağını, bunun yasalara aykırı olduğunu söylüyordu. ABD’nin Başkanlık sistemini ise eleştiriyordu.

Üstelik bu tartışmalar basında bile yer alıyordu. Bunları elbette İsmet Paşa da okuyordu. Şimdi de karşısına Fethi Bey çıkarılmıştı. Bütün bunlar İsmet Paşa’yı geriyordu.

Diktatör müydü?

Tek çıkar yolun, Devlet Başkanının aynı zamanda fiilen Başbakanlık görevlerini de üzerine almasından geçtiğine ilişkin yazıları Atatürk görmezden geliyordu ama birgün Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak bu konuyu açtı ve görüşünü sordu.

Soyak’a döndü ve bu tür “tek adam” yönetimlerini katiyen onaylamadığını, bunun kadar budalaca bir düşünce olamayacağını söyledi. Sonra da devam etti:

“ Şaşarım, o efendilerin aklı perişanına. Hep biliyoruz ki, memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsî idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca amillerinden biri de budur. Biz öteden beri, böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim aynı yola gitmekliğim, yeniden devlet hayatında tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir.

“Hadi diyelim ki ben de bu gaflete düştüm. Vekâletlerin yürütmekte oldukları işlerin büyük kısmı bilgi ve ihtisas isteyen konular olduğuna göre, ben Hariciye ve Milli Müdafaa Vekâletlerinden başka yerde nasıl faydalı olabilirim? Bu iki vekâlette, yüksek dış seyahatimizin idaresi ile, yurdun müdafaası esbabını hazırlamak işlerinde zaten sorumluluk mevkiindeki arkadaşlarla daimi temas halindeyiz. Bu arkadaşlara aklımın erdiği kadar yardım etmeye, faydalı olmaya çalışıyorum. 

 Diğer sahalarda pek açık olan ihtiyaçlara, durmadan ilgililerin dikkatini çekiyorum. Meselâ umumi kültürü yükseltmek, bir taraftan memlekette ziraat işlerini yeni vasıta ve usûllere göre düzenlemek, verimi arttırmak, diğer yandan da ölçülü bir programla muhtaç olduğumuz sanayi kurmak lâzımdır diyorum. Bunları imkân nispetinde süratle tahakkuk ettirmek, tamamen mesuliyet ve ihtisas sahiplerinin işidir; oralarda benim ortaya atacağım yanlış mütalâalar vazife sahibini şaşırtabilir, tereddüte  düşürür. Bu suretle mutlaka aksi tesir yaparak, memlekete fayda yerine zarar getirir (Soyak,a.g.e.,s. 407). 

Diktatörlüğün ne olduğunu bilmeyen, bilmediğini de bilmiyen Atatürkofobi hastası pek çok yazar-çizer tayfası, Atatürk’e “diktatör” derler. Adolf Hitler, Benito Mussolini, Josepf Stalin, İlyiç Lenin, Franco, Mao, Kaddafi, gibilerle Atatürk’ü, böylece utanmadan sıkılmadan aynı kategoriye sokarlar.

Oysa, bir liderin diktatör olup olmadığını anlamak son derecede kolaydır. Bunu anlamak için Anayasaya bakıp, liderin yetkilerinin neler olduğunu incelemek yeterlidir. Atatürk’ün bir cumhurbaşkanı olarak yetkileri son derecede kısıtlıdır. Kaldı ki, bir ülkenin dikta ile yönetilip yönetilmediğinin tek ölçüsü, o ülkedeki siyasal partilerin sayısı olamaz…Bir ülkede birden çok parti mevcut olabilir fakat iktidar çıkarttığı yasalarla muhalefeti öylesine işlemez hale getirebilir ki, sonuç bir diktatörlükten farksız olabilir.

Bu konudaki daha sağlam ölçüt, liderin parlamentoyu kapatma yetkisi olup olmadığıdır.  Zira genel olarak tüm diktatörlüklerde, görünürde de olsa bir Meclis vardır. Fakat diktatörün o meclisi feshetme yetkisi de vardır. Oysa Atatürk’ün TBMM’ni feshetme yetkisi yoktur. Tüm yetkileri Anayasada açıkça belirtilmiştir ve bu yetkilerin dışına çıkamaz, yaşamı boyunca da çıkmamıştır.

Diktatör diyenler…ve yanılgıları 

Şekil 4. İşte zamanının iki azılı diktatörü yanyana. Adolf Hitler sonunda intihar etti. (Solda).     Benito Mussolini kendi halkı tarafından kurşuna dizilip ayaklarından ağaca asıldı. (Sağda).

Geride bıraktıkları sadece nefretle anılmak oldu.

Atatürk’e “diktatördü” yaftasını takanlar, eleştirilerini genel olarak şu noktalarda yoğunlaştırırlar:

  • Tek adamdı. Bu “dikta” demektir.
  • Muhalefeti tümüyle tasfiye etti.
  • Hukuk dışı olan İstiklâl Mahkemeleri’ni kurdurdu.
  • En yakın silah arkadaşlarıyla birer birer yollarını ayırdı.
  • Basını susturdu. Gazetecileri hapse attırdı. Eleştirilerin üzerine çok sert gitti.
  • Reformları zorla, halkın bu konuda bir talebi yokken, tepeden inme yaptı.

Literatürde, bunun adı diktatörlük rejimidir.

Atatürk’e diktatör diyenler, işte daha çok bu noktalardan hareket ediyorlardı. Oysa tümüyle yanılıyorlardı.

Devrimler, olağan dışı hallerdir. Devrimi yapanlar ancak hedeflerine vardıktan sonra, yaşam koşulları normale döner.  Aksi halde devrim tehlikeye girer.

Uygulamada devrim önderleri arasında bir görüş ayrılığı doğar da, yönetimde çatlak oluşursa, hatta devrim kendi evlatlarını bile yiyebilir.  Örneğin Fransız Devrimi’nde bu yaşanmış, devrimin öncülerinden olan ve idam cezasının kaldırılmasını savunan hukukçu ve siyasetçi  Robers Pierre  yol arkadaşlarıyla ters düşmüş ve giyotinde idam edilmişti.

Kaldı ki bu gerçek, gelmiş geçmiş tüm devrimler ve ihtilaller için de geçerlidir.

Liderlik paylaşılmaz…

Mustafa Kemal, devrimin, üstelik seçimle gelmiş bir lideridir. O nedenle elbette Tek Adam’dır. Eşyanın tabiatı budur ve liderlik paylaşılmaz.

O nedenle, 5 Temmuz 1919 günü, Erzurum Kalesi’nde gizli bir “hücre toplantısı” yapılmıştı. İşte bu toplantıda gizli oylama yapılmış ve oybirliğiyle Mustafa Kemal Paşa “Harekâtın Lideri” seçilmiştir.

Oylama öncesinde alınan kararla ise, herkes, kayıtsız şartsız, lider seçilecek olan kişinin emrinde olacaklarını beyan etmişlerdir.

Bu gizli oylamaya katılanlar:

Mustafa Kemal Paşa, Kâzım Karabekir Paşa, Rauf Orbay, Erzurum Valisi Münir Akkaya, İzmit Mutasarrıfı Süreyya Yiğit, Alb. Kâzım Dirik, Bnb. Hüsrev Gerede, Mazhar Müfit Kansu  idiler.

Millet İradesi…        

Samsun’a çıkmasını takip eden daha ilk günlerden  itibaren, daima  “halk iradesini “ öne sürüp duruyordu. Oysa diktatörler kendi iradelerinden başka irade tanımazlar.

Örneğin, 25 Mayıs’tan itibaren Havza’daydı. Ülkenin dört bir yanında, İzmir’in 15 Mayıs günü haksız olarak işgal edilmesini protesto eden mitingler düzenlenmekteydi. Bunları yönlendirenin  Mustafa Kemal Paşa olduğu anlaşılmıştı ve bu doğruydu.

4 Haziran 1919 günü Harbiye Bakanı Turgut Paşa, İngilizlerin de baskısıyla gönderdiği telgrafla, bu mitingleri durdurmasını emretti.

Mustafa Kemal’in verdiği yanıt dillere destandı:

“ Millî Tezahüratı önlemek ve engellemek için, nefsimde ve hiç kimse de kudret ve takat göremiyorum. Üstelik bu toplantılara engel olmanın yol açacağı olaylar karşısında sorumluluğu kabul edebilecek ne kumandan, ne bir il yöneticisi, mülkî amir, ne de hükümet tasavvur ederim…” diyordu.

Halkın iradesi bir kere sokağa döküldü mü, hiçbir güç onun önünde duramazdı. Buna samimi olarak inanıyordu.

Oysa bir diktatörün topluma bakış açısı bu olamaz.

Amasya Genelgesi 

Havza’dayken bu kez de 8 Haziran 1919 günü, İstanbul’a dönmesi için Harbiye Bakanı Turgut Paşa’dan bir emir daha almıştı:

“Emrinizdeki istimbotlardan biriyle İstanbul’a avdetiniz rica olunur.”  

İstanbul’dayken Genelkurmay Başkanı Cevat Çobanlı’dan, gerektiğinde kullanmak üzere  gizli bir şifre almıştı. O yoldan sordu:

Dönmemi kim istiyor?”

Yanıt tek sözcüktü: “İngilizler…”  

Durum açıktı. Belli ki, İngilizler hükümete baskı yapmaya başlamışlardı. Ne yapacaksa hemen yapmalıydı. Ama kısa bir süreye daha ihtiyacı vardı. Anadolu’daki birlik komutanlarıyla teması henüz tamamlayamamıştı. En az 72 saat daha gerekliydi. Telgrafı sanki üç gün sonra, 11 Haziran günü almış gibi yaptı, sonra da yanıtladı:

“Emrimdeki istimbotun kömürü yok. Kömür tedarik ettiğimde döneceğim tabiidir.”

Hükümet onu Karadeniz yoluyla İstanbul’a dönüyor zannederken, O karadan Amasya’nın yolunu tutmuştu bile…Bunların sonucu olarak da  Hükümet, 20 Haziran günü yayınladığı bir kararname ile onu görevinden azletmiş, verilen tüm yetkiler elinden alınmıştı.

Artık hiçbir askerî ve sivil makama emir verme yetkisi yoktu. Parasını ödese ve Kuvvai Milliye adına olduğunu söylese bile, verdiği hiçbir telgraf çekilmeyecekti. Bu emre uymayanlar da derhal cezalandırılacaklardı (Çekiç, İmparatorluktan Cumhuriyete, s. 254),

Bu azilnameden henüz haberi olmayan Mustafa Kemal Paşa ise, adeta bir ihtilâl bildirgesi olan “Amasya Genelgesi”ni 22 Haziran günü tüm dünyaya ilân etmişti:

*Vatanın bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.

*İstanbul Hükümeti durumun vahametini idrakten acizdir.

  Bu, milleti yok saymaktır.

*O halde milleti bu durumdan, gene bu milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

Genelge bu maddelerle başlıyor, sonra da dili giderek sertleşirken, yapılacaklar konusunda bir de yol haritası çiziyordu. Her il, üç güvenilir delege göndermeliydi… Böylece oluşacak Kongrede, vatanın içinde bulunduğu durum tartışılmalıydı. Kararlar işte böyle bir kongre tarafından alınacak, kongre ne derse o olacaktı.

Böylesi bir çağrıda bulunan bir öndere, dünyanın hiçbir yerinde diktatör denemez.                                           

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür:

Diktatörler dikte ederler, danışmazlar.

Hesap sorarlar, hesap vermezler.

Genelde sivildirler, ama mareşal üniforması giyerler.

Güçlerini halktan değil, silahtan alırlar.

Egemen olan halkın iradesi değil, diktatörün iradesidir.

Gösterişte bir  Meclis var ise de, diktatörün de o Meclisi her an fesih yetkisi vardır.

Milyonlarca kişinin sürülmesine veya katline, tek başlarına karar verebilirler.

Tek başlarına ölüp giderler.

Arkalarında bıraktıkları sadece milyonlarca kişinin nefretidir.

Oysa, Mustafa Kemal… 

Dikte etmek yerine, Kongrelere gidip, görüş ve yetki aldı.

TBMM’ni açarak, “halk egemenliği” ne dayanan bir devlet kurdu.

Hesap soran değil, hesap sorulan oldu.

Başkomutanlık yetkisi bile her 3 ayda bir, yeniden oylandı, onaylandı, öyle   verildi.

Mareşaldi, emekli olunca bir daha üniforma giymedi.

Gücünü silahtan değil, halkının sonsuz sevgi ve güveninden aldı.

Daima halkının arasına katıldı, halktan biri oldu, bundan asla çekinmedi.

Çoğu kez, gösterdiği adayları Meclis’in onaylamadığı oldu, saygıyla karşıladı.

TBMM’ni fesih yetkisi yoktu.

Çok partili düzene geçilmesi için çok uğraş verdi, çok çalıştı.

Ölünceye kadar, ulusu ve vatanı için nefes verdi… nefes aldı.

Yoktan bir ulus, yoktan bir devlet yarattı.

Barışı yalnız kendi ulusu için değil, tüm insanlık için önemsedi.

Savaş, mutlak bir zaruret olmadıkça, cinayettir!” diyen tek askerdi.

Savaş paktları kuran bir “diktatör”değil, barış paktları kuran bir “devlet adamı” oldu.

Emperyalizme karşı savaştı, emperyalistlerden en büyük saygıyı gördü.

Bağımsızlık mücadelesi veren tüm sömürgelere umut ışığı oldu.

1 Kasım 1937 Meclis Açış Nutku’nda;  “…Efendiler, topraksız çiftçiyi

topraklandırma kanununu çıkarınız…” diye yakardı ama başarılı olamadı.

Çünkü bir diktatör gücü yoktu.

Diktatörlerin servetleri çoğu kez yurt dışındadır. Onunki zaten kendinin değildi ki! Milletindi. Bunu önce Nutuk’da belirtmiş, daha sonra da gereken hukuki alt yapıyı hazırlatarak, nesi var nesi yoksa,  hazineye bağışlamıştı.

Kendilerine çıkar sağlamak için özel yasalar çıkarttıran devlet adamlarına dünyanın her yerinde rastlanmıştır, bundan sonra da rastlanacaktır. Fakat nesi var nesi yok, tüm mal varlığını ulusuna, yani hazineye bağışlamak için özel yasa çıkarttıran bir devlet adamına, ne Atatürk’ten önce, ne de sonra, bir daha rastlanamamıştır. Böyle bir lidere nasıl “diktatör”denebilir ki?

Diktatörlerin çoğu kez mezarları bilinmez.O ise, ulusun çıkarlarını her çıkarın üzerinde tutmayı bilen, temiz süt emmiş yurtseverlerin gönlünde, beyninde yaşıyor. O nedenle, Atatürk’ün heykelinin başını koparıp bir köşeye atan yobaz, milletinin yüreğinde yer etmiş olan Atatürk sevgisine, ne yaparsa yapsın, erişemez  bile.