“Bir politikacımızın dile getirdiği gibi, “…laiklik sahiden de bu ülkede toplum üzerinde bir ‘travma’ etkisi yapmış mıdır? Toplum bu yeni düzenden bir rahatsızlık duymuş mudur?” şeklindeki sorunuza geleceğim. Şimdiden hemen söyleyeyim: Evet, laiklik ve laik düzen birilerinde travma etkisi yapmıştır ama bunlar gericiler, yobazlar, Atatürk ve devrim karşıtları, çağdaşlaşma düşmanlarıdırlar. Türk toplumunu da temsil edemezler. Zira Türk toplumu çok büyük oranda Atatürkçü ; devrimlere de yürekten bağlı, inançlarına da yürekten bağlı ama hurafelere karşı, ilerici ve aydınlık bir toplumdur. Laik düzenin de keyfini ve mutluluğunu çıkarmaktadır. Diğer İslam toplumlarının çok büyük bir çoğunluğu da Türk toplumunu hayranlıkla izlemekte ve “… neden bizden de bir Atatürk çıkmadı ki?” diye hayıflanmaktadırlar. Bunlar gerçektir.
Atatürk’ün kurduğu bu laik düzenin ne denli önemli bir devrim olduğunu açıklamak için size, ülkemizde de pek fazla bilinmeyen bir önemli olaydan bahsetmek istiyorum:
1978 yılında Paris’te UNESCO genel kurul toplantı halindeyken başkanlık divanına bir önerge verilmişti ve bu önergede şöyle denmişti:
“… üç sene sonra 1981 geliyor. 1981 Atatürk’ün doğumumun 100. yıl dönümüdür. Atatürk elbette 20.yüzyılın en büyük devlet adamlarından biridir.
Bellidir ki Türkler o özel gün için çok özel olarak hazırlanıyorlardır ama Atatürk’ü anmak bir tek Türklere bırakılmamalıdır. Çünkü Atatürk tüm insanlığın ortak paydasıdır, dolayısıyla hazır Birleşmiş Milletler’in kültür kolu burada toplantı halinde. UNESCO şu anda genel kurul yapıyor. Bu genel kurul bir karar almalıdır, bu karar üye devletlere iletilmelidir. Önümüzde 3 yıl var. 3 yıl hazırlanılmalıdır ve 1981 yılı bütün dünyada günü gelince Atatürk yılı olarak anılmalıdır. “
Bu önergeye bir delege itiraz eder.
Kürsüye gelen bu İsveç delegesi konuyu açıklarken. “…Ben” der,” Atatürk’ün büyüklüğünü elbette biliyorum. Türkler için, insanlık için, çağdaşlaşma için ne anlama geldiğini de biliyorum. Buna rağmen bir kaygım var. Onu sizinle paylaşmak için söz aldım. Evet Atatürk bir devlet, bir cumhuriyet kurucusu. Fakat dünyada 200 devlet var, yarısından fazlası da cumhuriyet. Bu kadar cumhuriyet kurucusu varken, bugüne kadar kimse için düşünmediğimiz bir olayı şimdi bir tek Atatürk için ve Türkler için düşünüyor olursak bu ileride başımıza bir iş çıkarır mı, bilmiyorum. Ama bu endişeyi taşıyorum. Bir süre sonra bir başka meslektaşımız bu kürsüye gelir,’…şimdi de George Washington’un doğumunun şu yıl, Napolyon’un ölümünün bu yılı, bu defa dünya onların da ölümünün veya doğumunun 150. , 200. yıl dönümünü anmalıdır…’ derse ve bu seçkin kurul buna hayır yanıtını verirse…gereksiz yere kırgınlıklara yol açmış olmaz mıyız? Dolayısıyla Atatürk büyük bir lider ama onu tarihe bırakalım, bana göre bu kararı geçmeyelim. Görüşüm budur” der ve yerine oturur.
Salon tam bir sessizliğe bürünmüştür.
Bunun üzerine bir kişi daha söz alır. Kürsüye gelen, o zamanın Sovyetler Birliği delegesidir. Daha o kürsüye yürürken, salonda fısıldaşmalar başlamıştır:
“…Muhtemelen Lenin’den bahsedecek…”
Konuşmacı yumruğunu masaya vururken, “… 20. yüzyılda, hiçbir ülke bir Mustafa Kemal çıkaramadı ki böyle bir kaygı söz konusu olsun. Bu mümkün değildir. Dolayısıyla bu karar bugün alınmalıdır…” der ve yerine oturur.
Oylamaya geçilir, aleyhte konuşan İsveçlinin de olumlu oy kullanmasıyla o gün, “1981 Yılının Atatürk Yılı olarak kabulüne” karar verilir.
Birleşmiş Milletlerin hiçbir toplantısından oy birliği kararı çıkmamıştır. Kore Savaşı bile bu dediğime dahildir. Orada da Rusya masayı terk etmişti, Çin masadan kalkmıştı. Dolayısıyla Birleşmiş Milletlerin oy birliği kararı alabilmesi, bu kutuplaşmalar nedeniyle son derecede zordur. Ancak bu kuruluş Atatürk söz konusu olunca, O’ nun manevi varlığı önünde saygıyla ve oy birliğiyle ayağa kalkmayı bilmiş, dünyadaki hiçbir lider için bugüne kadar düşünülmemiş bir uygulamayı Atatürk için yapmıştır. Bu uygulama 1981’den bu yana bir başka lider için de tekrarlanmamıştır. Yani İsveç delegesinin kaygısı gerçek olmamış, Sovyet Delegesi haklı çıkmıştır. Neden?
Bir başka devlet adamı bulamadıkları için değil; bir başka “Atatürk” bulamadıkları için.
İlginç nokta şudur: Bu gerekçeyi kaleme alan on bir ülkenin başında Yunanistan, ikinci sırada da Sovyetler Birliği gelmektedir. Atatürk o denli büyük bir liderdir ki onun anısı önünde bir zamanlar düşman olduğu ülkeler bile ona olan hayranlıklarını dile getirmekten çekinmezler. Gerekçeyi kaleme alan Yunanistan, en büyük destekçisi de Sovyetler Birliği’dir.
Burada küçük bir not eklemeliyim:
Yunanistan Atatürk’ü en iyi anlayan ülkelerin başında gelir. Selanik Belediyesi, 1937 yılında, Atatürk’ün doğduğu evi yeni sahiplerinden satın alıp, bir incelik olarak Atatürk’e armağan etmiştir. Bilindiği gibi, şimdi Selanik Başkonsolosluğu’muzun bahçesi içinde olan bu ev, müze haline getirilmiştir.
Yunan Başbakanı Venizelos, bir zamanlar baş düşmanı olarak gördüğü Mustafa Kemal’e “Nobel Barış Ödülü” verilmelidir diyerek, 1930 yılında İsveç Nobel Akademisine resmen başvurmuştur. Bu amaçla gönderdiği ve dört sayfa tutan gerekçe bir tarihî belge niteliğindedir.
Büyük Taarruzu takiben Uşak’ta esir düşen Yunan Başkomutanı Trikopis, Mustafa Kemal Paşa’dan öylesine insanca muamele görmüştür ki, Yunan askerinin Anadolu’da yaptığı mezalimi yakından bilen bu komutan bunun altında iyice ezilmiş, ülkesine iade edildikten sonra da 1948 yılında ölünceye kadar her yıl 10 Kasım’da Atatürk’ün Selanik’teki bu evine gidip, Onun fotoğrafı önünde saygı duruşunda bulunmuştur.
Bu söylediğime, Trikopis’in bu müzedeki ziyaretçi defterine her yıl yazdıkları saygı ve şükran dolu ifadeler tanıktır.
Evet, Trikopis Atatürk’e şükran borçludur, hatta hayatını borçludur.
Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Yunan ordusu denize dökülünce ülkesine dönen askerler Yunanistan’da darbe yapmışlar ve bu savaşa onay verip fiilen katılan tüm komutanları, başbakan Gunaris dahil, kurşuna dizmişlerdir.
Yunanistan’ın talebine rağmen Atatürk Trikopisi Yunanistan’a vermemiş, önce Ankara’da, sonra Çankırı’da kamplarda alıkoymuş, ona bir esirden ziyade, bir konuk muamelesi yapmış ve ortalık durulduktan sonra da Yunanistan’a iade etmiştir.
UNESCO’nun gerekçeli kararına gelince, özetle şunu dediler:
- “Atatürk, yirminci yüzyılın başında, emperyalizme karşı verilmiş mücadeleyi zafere dönüştüren ilk komutandır.” Diyorlardı. Üstelik bunu itiraf edenler, o dönemin emperyalistleriydiler. Bir hakkı teslim ediyorlardı.
- “O bir devlet kurucuydu ama, devletini kuruş koşulları hiçbir ülkenin koşullarına benzemez…” diyorlardı. Zira, Kurtuluş Savaşı koşullarını çok iyi biliyorlardı.
- “Kurulan bu devletin laik temel üzerine oturmuş olması” diğer bir önemli noktaydı. Hatta en önemli noktaydı.
- “Türkiye Cumhuriyeti, diğer cumhuriyetlere benzemiyordu, zira o,’ halk egemenliğine dayanan, demokratik ve laik, sosyal bir hukuk niteliğinde olan bir cumhuriyetti.” Her cumhuriyet böyle değildi. Kimi cumhuriyetler vardı ki, halk egemenliğine değil, sınıf egemenliğine dayanır. Örnek: İşçi sınıfına dayanan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği. Kimi cumhuriyetler vardır ki, din esasına dayanır: İran İslam Cumhuriyeti gibi. Kimi cumhuriyetler vardır ki, diktatörlüklere dayanır. Afrika ve Latin Amerika cumhuriyetlerinin çoğu gibi. Atatürk ise, %3’ü okur-yazar olan Türk toplumuna, o günlerde sadece beş ülkede var olan kategorideki cumhuriyet anlayışında bir yönetimi layık görmüş ve “halk egemenliğine dayanan, yani demokratik bir cumhuriyeti” kurmuştur.
“Bir asker olmasına rağmen, …savaş mutlak bir zaruret olmadıkça, cinayettir” diyen tek askerdir.” Diyorlardı. O büyük bir barış adamıydı. Gerçekten de, Çanakkale’deki bir anıtın temel atma törenine katılacak olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya, törende okuması için verdiği metin, dost-düşman herkesin yüreğine kazınmıştı. Çanakkale’deki düşman Anzak askerlerini birer “kahraman” olarak selamlıyordu bu metinde Atatürk. Onların “dost bir ülkenin topraklarında, Mehmetçikle koyun koyuna, huzur içinde yatmakta olduklarını belirtiyor, bu nedenle onların artık “bizim de evlatlarımız olduklarını dile getiriyordu. ‘Uzak diyarlardan evlatlarını gönderen anneler. Gözyaşlarınızı dindirin. Evlatlarınız bizim bağrımızda, rahat ve huzur içinde yatmaktadırlar” diyor, anneleri de büyük bir şefkatle teselli ediyordu. Barışa yaptığı katkı bununla da kalmıyordu.” Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” söylemini eyleme dönüştürmüş, kısacık ömrüne iki Barış Paktı sığdırmasını bilmişti: 1934 Balkan Paktı, üyeler Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Türkiye. Bizim dışımızdakiler bugün Avrupa Birliği ülkeleri. Sonra da 1937’de Sadabad Paktı. Tahran’da bu isimdeki sarayda imzalandığı için adı böyle. Oysa onun da kurucusu Atatürk. Üyeler, Türkiye, İran, Irak, Afganistan. Her iki paktın üyeleri ülkelerin hepsi birbirine sınırdaş. Yani, batıdan doğuya doğru bakarsanız, ‘Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Türkiye, Iran, Irak, Afganistan’ toprakları üzerinde o dönemde ne göz yaşı vardır, ne de kan. Aynı devletlere şimdi bir bakın ve Atatürk’ün tüm insanlık için ne denli önemli olduğunu bir kez daha anlayın. UNESCO’nun esasen yaptığı da budur. Atatürk’ten sonra Romanya işgallere uğradı. Bugün artık Yugoslavya diye bir devlet kalmadı, parçalandı. Yunanistan iç savaşa sürüklendi, Iran’da rejim değişti, gelişmeleri bütün dünya gibi kuşkuyla izliyoruz. Irak diye bir ülke kalmadı, parçalandı, işgale uğradı, bölündü. Afganistan kaçıncı kez işgale uğradı. İç savaş bütün hızıyla sürüyor. Oysa “Romanya’nın en batı ucu olan Avrupa’nın merkezinden, Afganistan’ın en doğudaki sınırı olan Çin’e kadarki coğrafya üzerinde” Atatürk zamanında
barış ve huzur vardı. Bugün kan ve gözyaşı egemen.
• Atatürk, tarihin kaydettiği en önemli devrimcidir. Muhafazakâr bir toplumda, o koşullarda yaptığı yenilikler ve devrimler olağanüstüdür.
• Atatürk tüm ömrü boyunca, Unesco’nun da hedefleri arasında olan pek çok ideali gerçekleştirmek için çaba göstermiştir. .
- Bu nedenlerle 1981 yılı tüm dünyada “Atatürk Yılı”olmalıdır, dediler.
bildiğiniz gibi bu ülke bir “İstiklal” yani bağımsızlık savaşı verilerek, hem de son derecede ağır koşullar altında bu mücadele verilerek kuruldu. Ama gerçekten de tamamen yakılmış, yıkılmış, bitmiş bir imparatorluğun enkazı üzerinden bu laik cumhuriyet doğdu. O enkaz öylesine derindi ki, hâlâ kazıyamadık.
O enkaz hâlâ zaman zaman tüter, ülkenin birçok yerinden zaman zaman çatlar, patlar, sonuç olarak, bu laik rejimi bir türlü içine sindiremeyen şeriatçı bir kesim sık sık travma geçirir.
Cumhuriyet hiç şüphe yok ki bir devrimdir, elbette travma yaratmıştır ama cumhuriyetin yarattığı travma Cumhuriyet karşıtları üzerinedir. Cumhuriyetin yarattığı travma laiklik karşıtı olanlar üzerinedir.
Dolayısıyla da bunu hiç de yadırgamamak gerekir.
Cumhuriyet ilan edilip de top sesleriyle kutlanmaya başlandığında bir travma Erzurum’da geçirildi. Kâzım Karabekir Paşa yanındaki paşaya döndü ve sordu:
-“Bu top sesleri de nedir Paşam?”
-“Cumhuriyet ilan ediliyor!”
-“Nasıl olur? Bana sormadılar ki?”
-“Size sorsalardı, ‘hayır’ mı diyecektiniz Paşam.”
Bu, kurşun gibi bir sorudur, çünkü biliyoruz ki elbette eğer sorulsaydı Karabekir Paşa cumhuriyetin ilanına karşı “hayır’ diyecekti. Kurtuluş Savaş’ında çok büyük hizmetleri olan bu komutan ve bazı arkadaşları cumhuriyete karşı olduklarını açıkça belirtmişlerdi zaten. Onlar “monarşi”nin devamından yanaydılar.
Belki de bunun için onları suçlamamak gerekir. Vizyonları bu kadardı. Onlara göre, vatanı kurtarmış olmak yeterliydi. Toplumu değiştirmek, çağdaş dünyaya ulaşma gayretine düşmek, bunun için gereken devrimleri yapmak, laiklik, kadın hakları ve benzeri hiçbir şey onların bırakın programlarını, hayallerini bile süslemiyordu. Halife Sultan yerinde oturmalı ve mevcut şeriat düzeni de aynen devam etmeliydi, bunda bir mahzur yoktu. Memleket kurtulmuştu ya, mesele bitmişti.
Benzer bir travma aynı gün İstanbul’da da yaşanmıştır. Rauf Bey’in evine giden gazeteciler Rauf Bey’den bir durum değerlendirmesi yapmasını isterler. Lozan döneminin başbakanı olan Rauf Bey,” … ben cumhuriyete karşı değilim, ama cumhuriyetin bu ilan ediliş şekline karşıyım. Bu kadar oldu bittiye getirilmemeliydi… “diyecektir. O da bir travma geçirmektedir. Oysa biz onun kat’iyen bir cumhuriyetçi olmadığını, bizzat onun ifadelerinden biliyoruz. Şimdi bunu bir hatırlayalım:
17 Kasım 1922 tarihinde iki delegasyon Türkiye’den ayrılıyordu. Bunlardan biri Sultan Vahdettin ve yakınları o sabah İngilizlere sığınarak Malaya zırhlısıyla Malta’ya doğru yola çıkmıştı. Sultan ülkesinden kaçıyordu.
Aynı gün İsmet Paşa ve arkadaşları birlikte Lozan’a doğru yola çıkmıştı… Yep yeni bir ülkenin egemenlik sınırlarını çizmek üzere. Sultan Vahdettin meçhul bir karanlığa doğru Marmara sularını ardında bırakırken, İsmet Paşa tümüyle şehit, tümüyle gazi bir toplumun bağımsızlık tutkusunu gerçeğe dönüştürmek umuduyla, kurtlar sofrasına doğru yol alıyordu.
Ortada henüz kurulabilmiş bir devlet de yoktu ama, bu kurulacak devletin başı kim olacaktı? Bu tartışmalar, anlaşılan Ankara’da başlamıştı.
Tam da o günlerde Başbakan Rauf Bey Mustafa Kemal’in Meclis’teki odasına
“Paşam bu akşam Refet Paşa’nın Etlik’teki evinde akşam yemeğine davetliyiz, siz de bize katılır mısınız? geldi.
“Memnuniyetle” dedi, Mustafa Kemal.
“Ali Fuat Paşa’da Moskova’dan yeni döndü. O’nun da bu yemeğe katılmasına izin verir misiniz?
“Elbette… Memnun olurum” dedi Gazi ve bir akşam yemeğine davet edildiğini zannederek Etliğe gitti. Ankara’da henüz elektrik yok. Elinde el feneri, bağ evini zar zor bulabildi.
Sofraya henüz oturmuşlardı ki, Başbakan Rauf Bey asıl konuya geçti:
“Paşam!. . Elbette yemek de yiyeceğiz ama bu toplantının bir başka önemi var. Biz bu toplantıyı seninle aramızdaki bir sorunu çözmek için tertipledik. Bundan Meclis’in de haberi var. Zaten bunu bizden asıl milletvekilleri istediler. Bak kardeşim, ben Başbakanım, sen Meclis Başkanısın, milletvekilleri sana gelmeye korkuyorlar, şikayete bana geliyorlar.”
Donup kalmıştı. Bütün soğukkanlılığını korumaya çalışarak,
“Neyimden korkuyorlarmış?” deyiverdi.
Rauf Bey beklediği fırsatı yakalamıştı:
“Senin cumhuriyeti kuracağından korkuyorlar! Dedikodular o kadar ayyuka çıkıyor ki bırak cumhuriyeti bir yana, hatta senin bir gün eline bir fırsat geçerse Sultanı bile bu ülkeden kovacağından söz ediyorlar. Yarın çık kürsüye, bunları yapmayacağına milletin önünde söz ver.”
İşte bu Rauf Bey, cumhuriyetin ilan edildiğini duyduğu anda travma geçirmişti.
Kaldı ki, o gün o sofradaki konuşmalar bundan da ibaret değildi. Şimdi de o konuşmaların gerisini hatırlayalım:
Gazi belli etmemeye çalışmıştı ama, müthiş sinirlenmişti. Rauf Bey’e sordu:
“Peki Rauf, Vahdettin için sen ne düşünüyorsun?”
Başbakanın yanıtı her şeyi açıklıyordu:
“Madem sordun söyleyeyim. Benim babam Padişahın Baş Mabeyin’liğini yaptı. Dolayısıyla onun ekmeği babamın boğazında. Şimdi o ekmek benim gırtlağımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Benim rejim sorunum da yok. Üstelik o bir İslam Halifesi, ben de bir müslümanım. Dinen de ona bağlıyım. Evet, vatan tehlikeye düştü, en çok sen çalıştın, biz de sana yardımcı olduk. Sonunda vatan kurtuldu. Madem vatan kurtuldu, artık bu emanet sahibine iade edilmelidir. Bizim görüşümüz budur.”
Gazi, bu yanıt karşısında ev sahibi Refet Bele’ye döndü:
“Refet Paşa, sen ne düşünüyorsun?”
Refet Paşa sözü hiç uzatmadı ve kestirip attı:
“Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum Paşam.”
Mesele anlaşılmıştı. Durum umutsuz görünüyordu. Son konuk Fuat Paşa’ya döndü.
Gazinin Fuat’la olan dostluğu diğerlerinden farklıydı. Fuat St.Joseph mezunuydu. Sivil bir liseden geliyordu. O nedenle de Harbiye’ye biraz geç katılmıştı. Okul Komutanı Mustafa Kemal’i odasına çağırtmış, iki genci birbirine tanıştırmıştı:
“Selanikli Mustafa Kemal, Salacaklı Fuat.!”
Böylece komutan, Fuatı sinif çavuşu olan Mustafa Kemal’e emanet ediyor, bu dostluk giderek gelişiyor, çok iyi Fransızca bilen Fuat, Mustafa Kemal’in de Fransızcasına yardım ediyor ve bu dostlukları o kadar derinleşiyordu ki, Mustafa Kemal Harbiye yılları boyunca her hafta sonu Fuat’ın Salacak’taki köşküne “evci” çıkıyordu.
Gazi, işte bu Fuat’a döndü:
“Fuat Paşa, senin bu konudaki görüşün nedir?”
Fuat Paşa kısa bir tereddüt geçirdikten sonra,
“Paşam, Moskova’dan henüz döndüm. Bana birkaç gün izin verin, düşüneyim, görüşümü o zaman söyleyebilirim.” Dedi.
Yani Fuat bile, “koşullar ne olursa olsun, ben senin arkandayım Kemal…” diyememiştir.
Tablo böyle olunca Mustafa Kemal durumu anlamıştır.
“Peki, ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sorar.
“Çık yarın kürsüye, bunları yapmayacağına milletin önünde söz ver!”
Rauf Bey’in bu yanıtı üzerine, “verin bana bir kağıt “derken sesi sinirden titremektedir. Bağ evinde kağıt bulamazlar. Cebinden sigara paketini çıkarır, kapağını yırtar, arkasına yazar:
“Günü geldiğinde Padişahla ilgili kararı, en yüce icraî organ olan TBMM verecektir.”
Sofrada yazdığını yüksek sesle okur ve masadakilere dönerek sorar:
“Sizce bu metin milletvekillerini tatmin eder mi? Evvela siz bu metinden tatmin oldunuz mu?”
Rauf Bey: “Oldu işte” der. “Çık bunu yarın Meclis kürsüsünde oku!.
Çünkü Rauf Bey bilmektedir ki o Meclis’ten Vahdettin aleyhine bir karar çıkmaz. Madem ki nihai kararı Meclis verecektir, o zaman mesele yoktur.
Gazi ertesi gün bu metni Meclis kürsüsünden okuyacak, böylece ortalık durulacak, arkasından yeni seçimler, yeni Meclis ve nihayet Lozan imzalanacaktır. İşte devlet kurulmuştur, şimdi de Cumhuriyet ilan edilmiştir.
İşte bu Rauf Bey, gazetecilere cumhuriyet karşıtı olmadığını söylemektedir ama bizim de Kalaba’daki bağ evinde geçen ve yukarıda özetlediğimiz konuşulanları unutmamız mümkün değildir. Bunları Gazi de unutmayacak ve ilerde yazacağı Büyük Nutuk’ta bu konuları acı bir dille kaleme alacaktır.
İşte Atatürk’ün kurduğu bu Cumhuriyetin en temel özelliği “laik esaslar üzerine” kurulmuş olmasıdır. Ne var ki değiştirilmesi teklif bile edilemez şeklinde Anayasaya yazılmış olan bu temel ilke yani laiklik , cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren cumhuriyet karşıtı çevrelerce din karşıtlığı olarak sunulmaya çalışılmıştır. Laik cumhuriyet yerine bir gün yeniden şeriat düzenini getirebileceklerini hayal edenler, bu anlam karışıklığının sürmesinde yarar görmüşlerdir. İşte bu yüzden kimi politikacılarımız basının önünde veya TV ekranlarında, veya seçim meydanlarında “laiklik dinsizliktir, laiklik ve İslam bir arada olamaz…”,”bir devrim daha olacak, ama kanlı mı kansız mı?”, “kadayıfın altı ha kızardı, ha kızarıyor…” mesajları verebilmişlerdir. Öyleyse bu ilkenin tarihsel gelişimine daha yakından bir bakmak kaçınılmazdır.
“Laik “sözcüğü Yunanca “laikos “sözcüğünden geliyor, anlamı “din adamı sifat ve yetkisini taşımayan kimse”, “ruhban olmayan kimse,” ruhban sinifina mensup olmayan kimse” demek. Bunun dinsizlikle bir ilgisi var mı? Yok!
Laikos sözcüğü ise yine Yunanca olan laos sözcüğünden yapılmış. Onun da anlamı “halk” demek. Peki bunun dinsizlikle herhangi bir ilgisi var mı? Yani günümüzden 5 bin yıl önceki insanoğlu bile, M.Ö 3 bin yıllarının, Kadim Yunan, Kadim Roma döneminin insanı dahi laikliği dinsizlik olarak anlamamış, böyle yorumlamamış. O toplumlarda da bugünkü gibi değişik meslekler, uğraşlar vardı. Ruhban sınıfına mensup olmayanlara, yani din adamı olmayan herkese “laik” deniyordu. İşte böylece bir kişinin görevi dinsel değilse, örneğin asker veya çiftçi veya öğretmen, yargıç vb ise, o kişiye “laik” deniliyordu
Bu kelime Yunanca “laikos”tan Latince’ye “laikus” olarak geçti, Fransızca’ya “laique”, Türkçe’ye de Fransızca’dan “laik” olarak aktarıldı.
Hiçbir yerde hiçbir zaman dinsizlik anlamını taşımadı. Bugünkü anlamını kazanıncaya kadar da insanoğlu da, laik sözcüğü de büyük bir serüven geçirdi.
Laik sözcüğüne bağlı iki sözcük daha var: “Laisizm” ve “laiklik”. Bunlardan laisizm “laik fikir akımlarının savunmasını üstlenmeyi” ifade eder. Laiklik ise “sosyal hayatta din kurallarına tabi olmayan hukuk anlayışını ifade eder.
Kuşkusuz insanlar ilk yerleşim bölgelerinde, birbirinden oldukça uzak mesafelerde ve dağınık yaşıyorlardı. Kentler yeni yeni oluşuyordu. Bu “şehir-devlet’lerde yaşayanlar aşağı yukarı iki temel esas üzerinde sınıflandırılmışlardı:
- Ruhban sınıftan olanlar,
- Ruhban sınıftan olmayanlar. Yani “laik”ler.
Bu laikler de, “aristokratlar, askerler, köylüler, kentliler” gibi sınıflara ayrılıyorlardı.
Zamanla şehir siteleri arasındaki ilişkiler, buna paralel olarak da ticaret gelişti. Yerleşim yerleri hızla büyüdü. Keşif ve icatların artmasıyla diğer kıtalara ilgi yoğunlaştı, o ülkelerin zenginliklerinin, çok miktarda altın ve gümüşünün ve ucuz iş gücünün Avrupa’ya taşınmasıyla da ilerde gerçekleştirilecek olan sanayi devriminin tohumları atılmış oldu. Ufak işliklerin kurulduğu, sonradan atölyelere, oradan fabrikalara dönüşen bu yerlere akın hızlandıkça köylerinde tarımla uğraşanlar bu tür atölyelerin, fabrikaların bulunduğu yerlere göç etmeye başladılar. Böylece köyler boşalırken “borg’lar yani kentler gelişmeye başladı. İşte bu borg’larda oturanlara yani kentsoylulara “burjuva” denildi ve böylece bir “burjuva sınıfı” yani burjuvazi doğdu.
Batı toplumu bu gelişmeyi yaşarken bir taraftan sanatta ve edebiyatta Rönesans, dinde de Reform sürecini yaşadı. İşte “dinde reform” sürecini gerçekleştiren Batı, ancak bundan sonra bugünkü anlamda “laik toplum düzeyine” ulaştı. Bu süreç hiç kuşkusuz çok kanlı yaşandı.
Şimdi bu süreci görelim:
Önce “kayseryanizm” denilen bir doktrin ortaya atıldı.
Hristiyanlar dinlerinin illegal döneminde Roma’nın siyasal gücünden sakınmak maksadıyla Matta İncilinin şu ayetini kendilerine rehber edindiler: “… kayserin şeylerini kaysere, Allah’ın şeylerini Allah’a ödeyin. Matta bab 22, ayet 21,”
Kayseryanizm denilen bu doktrin, “dünya işleri yani dünyevi işlerle, ruhani güç merkezleri arasında ayrım yapıldığı ve dünyevi işlerden sorumlu ve yetkili kişinin sadece “kayser” yani imparator olduğu ” görüşünü ifade ediyordu.
Hristiyanlığın iki büyük kurucusu Aziz Petrus, yani Saint Peter ve Aziz Pavlos, (Saint Paul), Roma’nın düşmanlığını çekmemek için ellerinden geleni yapıyorlardı ve Hristiyanlıkta dünya işlerine karışılmayacağını, bu işlerin krallar ve imparatorlara bırakılacağını anlatmaya çalışıyorlardı. Fakat daha sonra Hristiyanlık resmen kabul edilip yasal hale gelince bu ilke, yan “kayseryanizm” terk edildi ve onun yerine “iki kılıç doktrini “diye bir diğer doktrin yaratıldı.
“lki kılıç doktrini”, Luka Incilinde şöyle ifade edildi : “…ve onlar ‘ya Rab işte burada iki kılıç” dediler. isa onlara yeter dedi”
Burada iki kılıçla kastedilen, Tanrının Hristiyanlığı korumak üzere verdiği iki güç kaynağıdır ki bunlardan birisi regnum, yani dünyevî iktidar, diğeri “sakerdotyum”, yani ruhanî iktidar. Böylece biri dünyevî kılıç, öbürü ruhanî kılıç. Ruhanî iktidar ruha, yani maneviyata dayandığı için dünyevi olana, yani maddeye dayanan dünyevî iktidara üstündür.
Hristiyanlık zaman içerisinde güçlü bir merkezî siyasî otoritenin hüküm sürdüğü Bizans Ortodoks dünyasında devletle öylesine iç içe hale geldi ki, burada tersi oldu ve ruhanî iktidar, dünyevî iktidarın yani devletin kontrolüne girdi.
Buna Bizantinizm denildi.
Bakın buradan ne çıktı, bu sistemde teorik olarak “sakerdotyum” (ruhanî iktidar) “regnum”a, yani dünyevî iktidara üstün görüldü ama pratikte kılıçların her ikisinin de kontrolü siyasî iktidarın, yani regnumun elindeydi. Ancak Batı Roma İmparatorluğunun yıkılması üzerine her iki kılıcı da Papalık ele geçirdi ve işte kavga buradan itibaren başladı. Bu kavganın sonucunda da “Dinde Reform” doğdu.
Şimdi bu süreci görelim:
Roma Katolik Kilisesinin başı olan Papa kendi nefsinde hem “regnumu’ hem de “sakerdotyumu” topladı ve birleştirdi. Yani Papa böylece hem ruhani lider, hem de kayser imparator) oldu. Artık “Evrensel Roma” ‘nin yerini “Evrensel Kilise” aldı ve “Tanrı Sezar”ın yerini de İsa’nın vekili olan “Papa Sezar” aldı. Buna da “ kayseriopapizm” denir. Papaların muhteşem nüfuzlarını destekleyen bir başka doktrin de “ultramontanizm”dir. “Dağların ötesindeki” anlamındaki ultramontanus sözcüğünden gelen bu terim “Alplerin Ötesindeki Adam” demektir. Böylece Alplerin Ötesindeki Papa’dan bahsediliyor, Papa’nın en büyük otorite mercii olduğu ifade ediliyordu. Nitekim çeşitli ülkelerdeki bölgesel kiliselerin dini liderleri her tür kritik kararda ona müracaat etmek zorunda kalmışlar, böylece Papalık makamı tüm Katolik ülkelerde bazen direkt bazen endirekt de olsa hem dini hem dünyevi bir hâkimiyet kurmuştur. Ancak bu durum yavaş yavaş oluşmaya başlayan Avrupa milletlerinin milli gururlarını da rencide etmekten geri kalmıyordu, Almanya, İngiltere gibi ülkelerde Katolik Kiliseleri Roma’nın ajanı olarak görülmeye başlanmıştı ve bu rahatsızlık zamanla “kiliseler” fikrinin oluşmasına yol açtı ki işte bu fikrin kuweden fiile çıkmasının radikal alanı Almanya’dır.
Almanya’da “Lutheran Protestan Hareketi”, Ingiltere’de “Anglikanist Protestan Hareketi”, Hollanda’da “Calvin Protestan Hareketi” böyle doğdu ve bu hareketler de “sekülerizm” i doğurdu.
İşte Batı “dinde reform” olgusunu böyle yaşadı. Gerçekten de 15. asır sonlarında Hristiyanlık dininin asıldan ziyade şekle yönelmiş olduğu, ruhlarla değil, bedenlerle ilgilendiği düşünülmeye başlanılmıştı. Papalık ve ruhbanlık kurumu dejenere olmuştu. Artık onun dünyevi hâkimi “civitas dei”, (tanrı devleti) adına dahi değildi, basbayağı bir “civitas terrara”, (yeryüzü devleti) adına olan iki hâkimiyet halini almıştı. Papalık dünyevi bir baskı kurumuna dönüşmüştü ve Papalık Hristiyanlığın başlangıç günlerinde Hristiyanlara yapılan zulüm ve baskıyı şimdi bizzat kendisi Hıristiyanlara yapar hale gelmişti. Endülüjans dinin parayla satılması haline dönüşmüştü, bu da Hristiyanlığın özüne dönmek isteğini kuvvetlendirmişti. Işte bugünlerde Luther ortaya çıktı, 1517 yılı sonlarına doğru Withenberg’de bir kilisenin kapısına astığı meşhur 95 noktayla Vatikan’ı protesto etti. Bu protestoculara Protestan denildi ve Protestanlık böyle doğdu. Bu manifestonun çok önemli maddeleri arasında Luther şöyle diyordu:
- Dini konularda başvurulacak tek kaynak Incil’dir. Vatikan değil, Papalık değil. Konsül kararları ve kilise dogmalan değil.
- Incil’i yorumlamak sadece kilisenin tekelinde olamaz.
- Ruhban olanla laik olan arasında bir fark, üstünlük yoktur.
- Kilisede hiyerarşi olamaz, Papa’nın ve Piskopos’ların Hıristiyanlara hizmetten başka bir varlık sebebi yoktur.
- Ayrı bir kilise hukuku olamaz, Tanrıdan başka kimsenin günah affetmesi söz konusu olamaz. Dünyevî iktidar Tanrı tarafından verilmiştir, bu nedenle dünyevi iktidar sahibi Tanrının görevlisidir. Bu güç ve yetkiyle din adına hizmet eder,
- Yeryüzündeki tek otorite dünyevi iktidardır, Papa’nın hiçbir dünyevi yetkisi yoktur ve imparatorun üstünde değildir. Ancak dünyevî iktidar da ruhanî hususlarda yasaklamalar getiremez.Böylece Luther kurmuş olduğu Protestan kiliseyle papalığın bütün üstünlüklerini kaldırdı. Katolik kilisesinin erişilmez, eleştirilmez ,insanüstü konumunu yok etti. Regnumun ve sakerdotyumun alanları, yani iki kiliç yeniden ayrıldı. Bir bakıma “kayseryanizm” ilkesine dönüldü, yani dünyevi siyasî iktidar Papa’dan ve ruhbanlardan alınarak Sezarlara, yani ruhban olmayan krallara, imparatorlara verildi.Protestanların mücadelesi uzun ve çileli oldu. Tüm Avrupa’da tam 100 yıl süren “din savaşları” yaşandı ve buna “Yüz yıl savaşları” dendi. Savaşlar tam bitmişti ki bu kez “30 Yıl Savaşları” başladı, arkasından “18 Yıl Savaşları” birbirini takip etti. “Suius egio egios verigio” kuralı, yani “kimin toprağı onun dini’ ilkesi kabul edildi. Buna göre bir prens Katolik ya da Protestanlıktan hangisini seçmişse tebaası da onun mezhebini, dinini seçmek durumunda kaldı. Nihayet savaşlara son veren ve müzakeresi 4 yıl süren Vestefelya Barış Anlaşmasıyla ilk kez sekürizasyon ifadesinin kullanıldığı bir anlaşmaya tanık olduk ama bu ifade “kilisenin elinde bulunan emlakin kamulaştırılması” anlamındaydı. Böylece ruhanî iktidara, “sakerdotyum’a ait olan dünyevi gücün mülkiyet ve denetimi dünyevî iktidara geçmiş oluyordu. Yeniden doğuşu, Rönesans’ı yaşayan Batı, şimdi de “dinde reformou yaşıyordu. “Rönesans”ın yaygın olduğu ülkeler genelde “laik toplum düzenine”, “dinde reform”u yaşayanlar “seküler” düzene geçtiler. Bu bize “Rönesans Haritası” ve” Reform Haritası” diye iki olguyu getirdi. Rönesans hareketi ana hatlarıyla Katolik Latin kültür zemini üzerinde yükseldi. Dolayısıyla odak noktası ve ana merkezi Katolik Latin kültürünün esas kaynağı olan İtalya oldu ve İtalya dışında Fransa,Hollanda, İngiltere yayılma alanı olarak gelişti. En büyük etki alanı da Orta Batı Akdeniz çevresi oldu. Buna “Rönesans Coğrafyası” denildi.“Reformasyon Haritası” ise ana hatlarıyla Katolik Germen Anglosakson kültür zemini üzerinde yayıldı, odak noktası, ana merkezi Almanya oldu ve daha sonra Kuzey Batı Avrupa, İsviçre, Hollanda, İngiltere ve İngiliz kültürünün egemenliği altındaki Amerika Birleşik Devletleri’ne yayıldı. Böylece Batıda toplumlar laik toplumlar ve seküler toplumlar olarak gelişmişlik süreci içine girdiler, birbiri ardına kalkınma hamlelerini gerçekleştirdiler. Kilisenin yüzyıllardır düşünceye vurduğu prangalar kaldırıldı, simya ve kimyayla uğraşanlar büyücülük yapıyorlar savıyla artık yakılmadıkları için insanlar laboratuarlarda her gün yeni bir icadın peşinde koştukları ve tüm bulguları bütün insanlık özgürce paylaştığı için kısa sürede pozitif ilim doğdu ve gelişti, bunun sonucunda da bugünkü teknolojinin temelleri atıldı.
Bütün bu gelişme sürecindeyse kimi toplumlar “laik” kimileri “seküler” oldular. Acaba laik toplumla seküler toplum arasındaki farklar nelerdir? Şimdi kısaca buna bakalım.
Seküler devlet “kendini din kurallarının dışında sayan” devlettir. Bundan “dinsiz devlet” anlamı elbette çıkarılamaz. Sadece “toplumu yönetirken dünyevî, yani seküler hukuk kurallarına uyan, mutlak tarafsız ve dine karşı tümüyle ilgisiz olan devlet “demektir.
Bu toplumda insanlar inançları doğrultusunda özgürce ibadetlerini yaparlar, din kişilerle tanrı arasında bir vicdan ilişkisi olarak ele alınır, devleti yönetenler yönetme yetkisini tabii ki laik devlette olduğu gibi halktan alırlar, ancak o toplum artık öylesine bir toplumsal boyuta ulaşmıştır ki böyle bir toplumda “devleti din temellerine göre yeniden düzenleme iddiasında bulunan hiçbir grup” var olamaz, hiçbir siyasal parti böyle bir iddiayla ortaya çıkamaz. Partinin isminin önünde Hristiyan ifadesi olsa bile. Din bu toplumlarda artık hiçbir zaman potansiyel bir tehlike haline gelemez. O nedenle bu ülkelerde, örneğin Amerika’da Devlet Başkanı göreve başlarken İncil’e el basarak yemin edermiş, bu kimsenin umurunda değildir ya da o toplumda yaşayan ve Hristiyan olmayan kişiler devlet başkanlarının bu tavrından gocunmazlar.
Mahkemelerde Incil’e el basarak ifade verilir, ama buna bakıp da hiç kimse “Hristiyan düzenini geri getirmek istiyorlar diye bir endişeye düşmez. Kaldı ki o ülkede örneğin bir Müslüman ifade verecekse, Incil’e yemin etmeyi reddedebilir, Kur’an getirilmesini isteyebilir, ya da bir ateist yemin etmeyi tümüyle reddedebilir, ateist olduğunu da açıkça ifade edebilir. Bu da mahkeme tarafından doğal karşılanır, ve mahkeme, “otoritesini” kullanarak yemin konusunda israr etmez. Bu ülkeler bu gibi konuları sorun yapmazlar, çünkü bu aşamaları çoktan geçmişlerdir. O nedenle de hiçbir siyasi parti “din” unsurunu bahane ederek din üzerinden siyaset yapmaz, yapamaz, yapmaya kalkarsa da oy alamaz, çünkü bu konuda söyleyebileceği hiçbir şey yoktur. Toplum yeterince bilinçli olduğu için, bu konular istismar edilemez.
A.B.D.’inde 1 dolarlık banknotun üzerinde “ In God We Trust” (Biz Tanrıya Güveniriz ) gibi bir ifade vardır. Böyle bir ifade diğer hiçbir laik veya seküler devletin parasında görülmez. Bir anlamda laikliğe de aykırıdır ama bu Amerikan toplumunun bir değer yargısıdır. Biri çıkıp da “ben ateistim ve bu parayı kullanıyorum, bu ifadeyi buraya yazarken bana mı sordunuz, bunu buradan kaldırın” demez, toplumuyla gereksiz yere ters düşmez, buradan bir sorun çıkartmaya uğraşmaz. Çünkü bu noktaları çoktan aşmıştır.
SALONDAN- “Der Hocam, Amerika’da Komünist Partisi başkanı dava açtı, davayı da kazanmak üzere.
Yrd. Doç. Dr. ORHAN ÇEKİÇ- Dava açtı, ben de oraya gelmek istiyorum. Normalde demez. Bakın bir kişi dava açınca nasıl da dikkatimizi çekti, çünkü bu bir istisna. 250 milyon nüfusu olan bir ülkede, üstelik doğası gereği dine “afyon” gözüyle bakan bir ideolojinin partisi olan Komünist Parti’den böyle bir talep oldu. Bir Komünistin bu yaklaşımı zaten doğaldır, çünkü onlar dinsizdirler ama bunu o topluma mal edemezsiniz. Çünkü o toplum liberal bir toplumdur, Komünistlerin toplumdaki payı ise %1 bile değildir ama demokrasi anlayışının düzeyine bakın ki, bir tek kişi çıkıp, yüz milyonlarca kişinin inancına ters olan bir talebi yapabilmektedir, buna karşılık, karşı görüşte olanlar da sokağa dökülüp protesto eylemlerinde bulunmamaktadır. Öte yandan da, dava açıldı ama bu ifade doların üzerinde hâlâ duruyor.
Kaldı ki, yukarda belirttiğim gibi, bu ifade laikliğe aykırıdır. Bir gün kaldırılırsa, buna hiç şaşmamak gerekir. Ama öte taraftan da, bu durum Amerikan toplumunun bir değer yargısıdır. Toplum bunu onaylamıyor olsa, ABD yönetimi zor kullanarak durumu devam ettiremez. O halde açıktır ki, bu konuda toplumsal bir mutabakat vardır.
Bu örneği vermemizin sebebi, temel ilkelerin dışında, her toplumun kendi koşullarına göre bir laik anlayışı ülkesinde uyguluyor olduğu gerçeğini vurgulamaktır. Buradan hareket ederek, bizim toplumumuzda da “diyanet işleri başkanlığı” gibi bir kurumun varlığını, böyle yorumlamak gerekir. Bu konuya daha sonra yeniden değineceğim.Çünkü o yazı o paraya 1952’de konuldu. Ne bu ifade banknotun üzerine yazılınca toplumda bir travma etkisi yarattı, ne de 60 sene sonra bir komünist çıkıp itiraz edince, gene bir travma sonucu toplum sokağa döküldü. İkisi de olmadı, olmaz, çünkü toplum bu gibi konuları mesele yapmayacak bir düzeye ulaşmış vaziyettedir. Yani tanrısal bir ifadenin banknot üzerinde sergileniyor oluşunu ne herhangi muhafazakar bir kesim istismar konusu yapar, ne de karşıt gurup buna tepki gösterip bunun üzerinden siyaset yapmayı dener. Bunun ikisi de olmaz, çünkü bu gibi meseleler toplumun ilgi alanı dışındadır. Bu tür politikalar pirim yapmaz.
Oysa, örneğin ülkemizdeki “Diyanet İşleri’nin varlığı konusunda toplumun büyük hassasiyeti vardır. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğim.
Bir noktayı özellikle yeniden belirteyim: “Seküler toplumlar dine karşı ilgisizdirler” dedim. Bundan sakın “bu toplumlar dinsizdir” gibi bir anlamı çıkartmayın. Vurgulamak istediğim, din üzerinden yapacağınız politikaya bu toplum ilgi göstermez, bu politikalar buralarda pirim yapmaz. Söylediğim budur. Yoksa, ABD toplumu son derecede dindar bir toplumdur ve her köşe başında bir kilise vardır.
Kimi ülkelerde siyasal partinin adının önünde “Hristiyan tanımlaması da bulunabilir ve bu yadırganmaz ama bu parti yöneticileri de hiçbir zaman “iktidara geldiklerinde toplumu yeniden ve Hristiyan’i esaslar üzerinde kuracakları” odasında bulunmaz bulunsa da itibar görmez Bu ülkeler bu gibi konuları neden sorun yapmazlar? Çünkü diyorum ya, dinde reformu yaşadılar, o süreçlerden 300 sene evel geçtiler, bu esnada çok kan döktüler, senin mezhebin”, “hayır benim mezhebim diyerek tam 148 sene birbirlerinin boğazını kestiler. Milyonlarca insan oldu. Sonunda gene bu insanların çocukları bir mutabakata ulaştılar. Uzlaşmayı sağladılar. O nedenle bu Hristiyan partiler büyük ölçüde tutucu, muhafazakar partilerdir. ama hiçbir devleti Hristiyan temellere göre yönetecekleri iddiasında bulunamazlar. Buralarda kilise elbette önemlidir ve güçlüdür ama iş toplumsal yaşamın düzenlenmesine gelince, egemenliğin kaynağının halk olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
Buna karşılık lak devlet, seküler devletin tam tersi, laik düzenin korunması konusunda son derece dikkatli ve özenli olmak zorundadır. Dini konularda hassastır. Seküler devlet gibi ilgisiz değildir. Tam aksi, çok ilgilidir.
Seküler devletin din diye bir sorunu yoktur çünkü seküler toplumlarda -halkın egemenliğinin yerine dinin egemenliğini getirmeye çalışan ciddi bir tehdit de yoktur.
Buna karşılık laik devlet laik düzeni korumak için dini sürekli olarak denetlemek zorundadır. Bu sadece ülkemizde değil, bütün dünyada böyledir. Zira laik devlet, kendi meşrutiyet kaynağını, yani halk egemenliğine dayanma özelliğini korumak zorundadır. Bunu laik devlet bizzat kendisi yapmak zorundadır, çünkü toplum bunu “sekūler toplumlarda olduğu gibi kendiliğinden otomatik olarak yapabilir konumda ve düzeyde henüz değildir. Bu nedenle, laik devlet henüz dinle her türlü bağlantısını kopartmış bir devlet değildir, aksine devletin en temel işlevi
toplumsal yaşamı düzenlemektir. Toplumsal yaşamın en önemli kurumu ise din’dir. O halde laik devlet din karşısında nasıl ilgisiz kalabilir? Laik devlet yönetenlerin yönetme yetkisinin kaynağının tanrı ve din olmadığı devlettir. Bu yetki kaynağına yönelik bir tehdit potansiyelini taşıyan her şeyi kontrol etmek zorundadır.
Dini denetlemesi işte bu yüzdendir, aynı zamanda farklı inançlardaki yurttaşlara yönelebilecek tehditlere engel olmak da onun görevidir, zira laik devlet tüm yurttaşların din ve vicdan özgürlüklerini güvence altına almakla yükümlüdür, onların tümünün koruyucusu ve savunucusudur.
Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığının mevcudiyetinin de Başbakanlığa bağlı olmasının nedeni budur. Bu elbette tartışılabilecek bir konudur. Eminim siz de tartışmak istiyorsunuz, sonuna kadar da tartışılabilmelidir ancak bu kurumun kurulmasının bir nedene” de bağlı olduğu bilinmelidir.
Laik devlet dinsel yapılanmayı ve örgütlenmeyi dinsel cemaatlere bırakamaz. Bırakmak istemeyecekse, o zaman bir tedbir almak zorundadır zira aksi halde bireysel din ve vicdan özgürlüğü” tehlikeye girebilir. İş cemaatlere, tarikatlara bırakılırsa, bireylerin bireysel din özgürlükleri tümüyle tehlikeye girebilir. Toplumda yaygın bir hoşgörü olsa bile bu sonuç değişmez, çünkü örneğin Osmanlı’da gayrimüslimlere pek ilişilmiyordu ama bir Müslüman oruç yese, pekâlâ falakaya yatırılıyordu, hiç de öyle bir hoşgörü gösterilmiyordu.
Laik devletin, yurttaşlarına karşı, onların” din ve vicdan özgürlüklerini” koruma sorumluluğu vardır, aynen diğer özgürlükleri koruma sorumluluğu da olduğu gibi.
Laiklik çağdaşlaşmadır. Günümüzün tüm gelişmiş, özgürlükçü, laik ülkeleri, bu konuda geçmişte onlar için de var olan birçok sorunu artık aşmışlar, geride bırakmışlardır. Türkiye ise, ancak cumhuriyetle birlikte bir hamle yaparak yüzlerce yıl gerisinde kaldığı Batı toplumlarının düzeyine ulaşmaya çalışmaktadır. Buna engel olmaya çalışacak her “geriye dönüş” (irtica) girişimini, devlet büyük bir dikkatle takip edecek ve bertaraf edecektir. Aksi halde kendisi “bertaraf” olur. Tıpkı Osmanlı Devleti gibi.
Osmanlı Devleti o dönemde her türlü yeniliğe karşı çıkıldığında gereken refleksi gösterebilseydi, bugünkü sonuç elbette doğmazdı. O gün kaçırılan bu fırsata bugün hepimiz yanıyoruz. Bunun bedelinin ise koskoca bir imparatorluk olduğunu hepimiz biliyoruz.” imparatorluk” gitti ama “cumhuriyet” de gitsin istemiyorsak, kabul etmeliyiz ki, hangi kesimden gelirse gelsin her türlü “irtica” yani “geriye dönüş” hareketinin karşısında devlet bu tehlikeyi demokratik kurallar çerçevesinde bertaraf etmek zorundadır.
O zaman karşımıza şu soru çıkmaktadır: “Laik bir devlette, bu ‘laik düzeni koruma ve kollama’ görevini hangi makam yapacaktır?“
Yanıt: Cumhuriyet Savcıları.
Cumhuriyetin temeli olan laik düzeni Cumhuriyet Savcıları koruyacaktır. Bu kural tüm dünya için de geçerlidir. Yani Fransa’da, devlet yapısı içinde bir “Diyanet İşleri Başkanlığı” yoktur ama, (doğrusu hiçbir laik ülkede böyle bir kurum yoktur) kilisenin her türlü tasarrufunu yakından izleyen Cumhuriyet Savcıları vardır ve kilise kendi konuları dışına çıkamaz. Yani dünyevi hiçbir konuda “kilisenin görüşü budur diyerek bir yönlendirme yapamaz. O ülkelerde bir papaz çıkıp da, “…binalar ve zinalar çoğaldığı için deprem oluyor. Tanrı kullarını cezalandırıyor…”diye bir açıklamada bulunamaz. Depremin oluşumunu ilgili kurumlar bilimsel yoldan açıklarlar.
Bu siyasal disiplini sağlayan kişi, sürpriz bir isim, Napolyon’dur.
Fransız İhtilâlini, ardından da devrimini yapan Fransız halkı, ihtilâlin o kanlı günlerinde, yüzyılların birikimi ve öfkesini din adamlarından çıkarmıştı. Yüzlerce yıl süren kilise ve engizisyon baskısı, bu öfkeyi patlatmıştı. Kiliseler yağmalandi, mal varlığına el konuldu, bir gecede 30.000 papaz katledildi. O kadar ki, Napolyon zaferden dönmüş, törenle karşılanmış ama kilisede orduyu kutsayacak bir tek papaz bulamamıştı. Bunun üzerine Napolyon, kiliseye tüm malvarlığını ve ruhban sinifa eski itibarını iade etti ama kilisenin faaliyet alanını da kesin şekilde belirledi. Bu amaçla çıkarılan yasalara “Bonapart Yasaları” denildi. Laikliğin esasları da böylece konulmuş oldu.
Buna göre:
- Din bir kamu hizmeti değildir. Vicdani bir hizmettir.
- Din kamu hizmeti sayılmadığı için, din görevlileri de “kamu personeli sayılmaz Bu nedenle devletten maaş alamazlar. Kamu görevlilerinin sahip oldukları haklara sahip olamazlar. Emekli olamazlar.
- Sosyal güvenceleri yoktur.
- Kiliseler kamu hizmeti veriyor olmadıkları için, bu kurumların bakım veonarımına devlet maliyesinden katkıda bulunulamaz.
- Devlet kilise açmaz
- Kiliselerin su, elektrik ve benzeri giderleri devlet maliyesinden karşılamaz
- Din dersi zorunlu olamaz Laik devlet bir din veya mezhebi dayatamaz çünkü bütün din, mezhep ve inançlara ve mensuplarına eşit mesafededir.
- Kilise dünyevi konularda hiçbir şekilde görüş belirtmez, dünyevi meseleleri ruhani yaklaşımlarla açıklama yoluna gidemez.Böylece laikliğin esaslan oluşmuş ve kiliseyle devlet birbirinden ayrılmıştır.işte bu durum ilerde “laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır” şeklinde tanımlanacaktırBütün bunlara karşılık da kiliselere tüm mal varlıkları iade edilmiştir.
Bunun anlamı şudur. Kiliseler “kilise-devlet kökeninden geliyor oldukları için çok varlıklı kurumlardır. Çok geniş topraklara sahiptirler. Bu toprakları eskiden olduğu gibi işletip gelirinden yararlanırlar.
Aynı şekilde vakıflar aracılığıyla çok sayıda taşınmaz mülke de sahiptirler. Bunların da gelirlerinden yararlanırlar. Kiliselerin okulları, üniversiteleri vardır. Bu kaynaktan da geniş bir eğitim geliri sağlarlar.
Diğer ve asıl gelir kaynaklan ise, her doğan ve vaftiz olan Hıristiyan,
Ben ateist oldum. Kilisemle bağımı koparıyorum” demediği sürece, 18 yaşından itibaren vaftiz olduğu kiliseye gelirinin % 10’unu vermek zorundadır. Bu konu Kutsal Kitap ta ‘… ondalıklarınızı veriniz…” şeklinde ifadesini bulur.
Özellikle Avrupa’da her çalışan hıristiyanın maaşından bu meblağ, çalıştığı kurum tarafından otomatik olarak “kilise payı” adı altında kesilir ve ilgili kiliseye gönderilir. Bu katkıyı yapmayı reddeden Hıristiyanların kilisede düğünü yapılmaz, cenazesi kaldırılmaz. Bu durum söz konusu olduğunda bu hizmeti belediyeler karşılar. Türkiye’de ise Hıristiyan yurttaşların ücretlerinden otomatik olarak kesinti yapıp kiliselere gönderme uygulaması, laikliğe aykırı olduğu savıyla, yerine getirilmemektedir. Dileyen Hıristiyan yurttaş kilisesine bağış yapabilmektedir.
Dünyada yaşayan milyarlarca hıristiyanın kiliselerine yaptıkları katkıyı buradan da hesaplamak mümkündür. Bu durumda, “…falan kilisenin papazının maaşı nasıl ödenecek?” diye bir sorun, laik batı ülkelerinde yoktur. O nedenle de bu ülkelerde devlet hazinesinin herhangi bir katkısına gereksinim duyulmaz. Böylece yukarıdaki laik kurallar düzenli bir şekilde çalışır.
Laik düzen bir hukuk düzeninin adıdır. Orada: Kişinin her türlü din ve vicdan özgürlüğü yasalarla korunur ve teminat altındadır.
- Bu inançların hiçbiri bir diğerinden daha üstün sayılmaz. Devletin resmî bir dini veya mezhebi yoktur, yurttaşlarının vardır.
- Devlet, hiçbir inancı olmayan, yani ateist olan yurttaşının da bu özgürlüğüne saygı gösterir. Yasalar önünde bir din ve mezhebe mensup olanla bir ateist, eşittir.
- Belli bir din veya mezhebin mensubunun, bu mezhep nedeniyle bir diğerine hiçbir şekilde üstünlüğü, ayrıcalığı, önceliği söz konusu olamaz.
- Yurttaşların sahip oldukları bu inançlarının gereği neyse, bu gereğin yasalar çerçevesinde yerine getirilebilmesi için devlet, her türlü tedbiri almak zorundadır.
ATATÜRK’ÜN LAİKLİK ANLAYIŞI
Atatürk Çağdaş bir devlet kurmak, Tanzimat’ın yapamadığı çağ dışı tüm kurumları ortadan kaldırarak onların yerine çağdaş olanlarını koyabilmek için devrim” yapmak ve toplumun temelini de “çağdaş hukuk temeli” üzerine oturtmak istediği için, laik düzeni seçti.
Ancak ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğunu gördü: Laik ülkelerde “din yani kilise birbirinden çok kolay ayrılmıştı ve hazineden kiliseye herhangi bir katkıda bulunamayacaktı, zira kilisenin mal varlıgı ayrıca devlet desteğine gereksinim duyurmayacak düzeydeydi ama, İslamdaki “cami” kilisenin olanaklarına sahip değildi ki! Camideki imamın maaşını kim verecekti? Laik ülkelerde bu sorunun yanıtı belliydi: Papazın maaşını kilise ödeyecek , onun tüm sosyal hakların da kilise karşılayacaktı ama, ülkemizde camilerin böyle varlığı yoktu.
Oysa din. Türk Devrimi içinde çok önemli bir konuma sahipti. Osmanlı döneminden hatırlanan çok feci örnekler vardı. Aynı hatalara yeniden düşülmezdi. Aydın padişahların tüm yenilikçi girişimleri geçmişte cahil yobazların oluşturduğu güruhların, dini bahane ederek başlattıkları gerici ayaklanmalar nedeniyle başarısız kalmıştı. Şimdi yeniden kurulan bir devlette başlatılacak olan çağdaş kalkınma hamleleri, bu riski göze alamazdı. Dinimiz hurafelerden arındırılmalıydı, en yalın ve doğru şekliyle halkımıza anlatılmalıydı.
Mahalle mekteplerinde veya tekkelerde, zaviyelerde çöreklenmiş, halkın temiz din duygularım istismar eden yobazlara değil, aydın din adamlarına gereksinim vardı. Bunların sayılarını hızla artırmalıydı. Bunun için çağdaş din kurumlarının açılmasına karar verildi Böylece ilk İmam Hatip Okulu’nu da, ilahiyat Fakültesi’ni de Atatürk açtı.
Diğer taraftan bu din adamlarının, yaptıkları hizmeti bir meslek olarak görmeleri gerekiyordu. Buna karşılık da her türlü sosyal güvenceleri sağlanmalıydı. Laik ülkelerde kiliseler bunu kendi bünyelerinde çözümler güce sahiptiler, bu nedenle devletin katkısına gerek yoktu ama camilerin durumu aynı olmayınca, bizde bu görevi devlet üstlenmeliydi.
Aksi halde pusuya yatmış şekilde bekleyen yüzlerce cemaat ve tarikat bu boşluğu doldururdu ama bu kez de toplum ve ülke parçalanır, cemaat sayısınca bölünürdü. Devrimi yapanlar böylesine bir karşı devrimci” grubun hortlamasına rıza gösteremez, devrimi riske atamazlardı. Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasına karar verdiler ve bu kurumu başbakanlığa bağladılar. (3.3.1924).
Görüldüğü gibi bu husus bir zaruretten doğmuştu. Elbette hiçbir laik ülkede benzer bir kurum yoktu. O nedenle de günümüzde aydınların bir kesimi, bunun laikliğe aykırı olduğu savıyla, diyanet işlerinin kapatılması yönünde yoğun bir baskı uygulamaktadırlar ama “…bu teşkilat kapatılırsa binlerce din adamının o takdirde sosyal güvenceleri nasıl ve kim tarafından sağlanır ?” sorusuyla ve yanıtıyla hiç ilgilenmemektedirler. Bunlar tarikatların, cemaatlerin kucağına düşermiş, bu da mezhep ayrılıklarını körükler, ülkeyi içinden çıkılmaz bir felakete sürüklenmiş, bu aydınların sorunu değildir. İşin bu yanıtıyla ilgilenmezler. Bu takdirde, camilerde verilen vaazların ne ölçüde İslamı yansıttığı denetlenemez ya da bu denetim tarikatlarca yapılır hale dönüşürmüş, bu da bölünmeyi bir tarafa bırakın çağdaş ne kadar kurum var, kapatılması yoluna gidilirmiş, bu da bu aydınları ilgilendirmiyor.
“İslamda erkek kadına namahremdir. Kadın erkeğin olduğu yerde çalışamaz. Ben dokuz yaşındaki kızımı öpmem, çünkü caiz değildir” diyen ve halen İstanbul’un merkezinde, Çarşamba’da İsmail Ağa Camiinde görevini sürdüren Cübbeli Ahmet Hoca zihniyeti bu ülkeye egemen olursa, devrim, amaçladığı ‘muasır medeniyet seviyesini aşmak hedefine ulaşabilir mi? Toplumumuzun yarısı kadın. Bunların iş dünyasından çekilip, Afgan toplumunda olduğu gibi eve kapatıldıklarını bir düşünün, nasıl bir felaketle karşılaşırız ? Bunlar da güya aydın olduklarını iddia eden kesim tarafından kat’iyen düşünülmez.
Nasıl bir kuşatma altında olduğumuz açıktır.
Bütün bunlara rağmen Atatürk Devrimi hedefine emin adımlarla yürümektedir. Buna göre, Atatürk’ün de belirttiği gibi laiklik sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından ibaret değildir”. Onun yanı sıra bireylerin “din ve vicdan” özgürlüklerinin de yasalarla güvence altına alındığı bir rejimdir. Bu nedenle, hiçbir şeye inanmama özgürlüğünü kullanan bir birey de yasaların koruması ve teminatı altındadır.
Böylece Atatürk’ün kurduğu laik düzende temel yapı üç eksen üzerinde durmaktadır:
1.Yönetenler. 2. Yönetilenler, 3. Devlet
Buna göre, “yönetenler” yönetme yetkisini “ilahi bir kaynaktan” değil, halkın özgür iradelerinden alırlar. Yani, monarşilerde ve hilafette olduğu gibi “babadan oğula” değil, seçimle iş başına ve yönetime gelirler.
“Yönetilenler” her türlü din ve vicdan özgürlüğüne sahiptirler ve bu özgürlüklerini yasalar çerçevesinde serbestçe kullanırlar.
“Devlet”, bireylerin bu sahip olduğu her türlü din ve vicdan özgürlüğünü yasalar çerçevesinde serbestçe kullansınlar diye, her türlü tedbiri almaktan sorumludur.
O zaman “laiklik” tanımına yeniden dönelim:
“Yönetenlerin yönetme yetkisini ilahi bir kaynaktan değil, halkın özgür iradesinden aldığı,
Yönetilenlerin her türlü din ve vicdan özgürlüğüne, yasalar çerçevesinde sahip olduğu,
İdare’nin, bireylerin sahip oldukları din ve vicdan özgürlüğünün gereklerini yerine getirebilmeleri için her türlü tedbiri almaktan sorumlu olduğu”devlete,”laik devlet” anlayışa “laiklik”, bu fikir akımına “laisite”, bu fikri savunanlara “laik düşünceli denir. Laik olan kurumlardır, devlettir. Bireyler “laik düşünceli” olurlar, veya
olmazlar.
Bu durumda karşımıza şu sorular çıkacaktır ve çıkmaktadır:
“Madem birey olarak ben, her türlü din ,vicdan ve inanç özgürlüğüne sahibim, o zaman devlet benim baş örtümle, türbanımla neden uğraşıyor? Üniversitelere neden böyle giremiyorum?
Yanıt: “Devlet senin türbanınla uğraşmıyor. Sen dilediğin gibi giyinebilirsin ve inancının gereğini yerine getirebilirsin ama unutmamalısın ki laik devlet, yasa devleti demektir. Bir özgürlüğü kullanırken bir başka yasayı ihlal edemezsin. Dolayısıyla özgürlüklerini yasalar çerçevesinde kullanmalısın.”
“O nedenle, sokakta istediğin gibi giyinebilirsin. Üniversitelere gelince:
“Üniversitelerde kılık kıyafetin nasıl olması gerektiği konusunda önceden çıkarılmış bir yasa ve buna bağlı yönetmelikler var. Buna göre bilimsel eğitim yapan bu kurumlarda öğrenciler dinsel tercihlerini dışarıdan görülür şekilde teşhir edemezler, dinsel simge taşıyamazlar. Bu laikliğe aykırıdır. Bu yüzden üniversitede derslere dinsel bir simge olan türbanla, mevcut yasa var olduğu sürece giremezsin.
Aynı şekilde; “ Sınavlarına girdin ve kazandın ve Harp Okulu Öğrencisi oldun. Okul Komutanının önüne çıkıp…benim inancım kep giymemi engelliyor, çünkü saçlarım görülüyor, bu da inancıma aykırı.. Kep giymeyi reddediyorum, başımı türbanla örtmek istiyorum’ diyemezsin çünkü bu isteğin daha önce çıkarılmış olan “Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Yönetmenliğine” aykırıdır. Askerlikte “üniforma” esastır.
Savcı veya yargıç oldun, mahkeme salonunda nasıl giyinmen gerektiği yasalarla belirlenmiş. Buna karşı “inanç özgürlüğü” ileri sürülerek, dinsel simge ifade eden kıyafetlere bürünülemez. Yargılanmakta olanlar adil bir şekilde yargılanacaklarına ilişkin en ufak bir kuşkuya sahip olmamalıdırlar. Başı açık bir sanık, başı örtülü bir savcı veya yargıç karşısında kendini huzurlu hissedemez.
Hastanelerde evrensel tip kuralları geçerlidir. “İnancım gereği, ameliyathaneye baş örtüsüyle gireceğim, bone takınca saçlarım görülüyor, üstelik ben çıplak erkek bedenine de bakamam. Bu ameliyata girmeyi reddediyorum” diyemezsiniz. Eğer inancınız bu denli önlerdeyse, siz cerrah olmayın, bu mesleği seçmeyin. Seçiyorsanız o zaman da mesleğin gereğini yapın. Bu örnekler benzeri mantıkla çoğaltılabilinir. İbadet özgürlüğünüz elbette var. Ama sakın Atatürk Köprüsü üzerinde namaz kılmaya kalkmayın, kıldırmazlar. Burada trafik yasasını ihlal etmektesiniz. İbadetinizi camilerde ve benzeri yerlerde elbette yapabilirsiniz, ama aşırı şekilde sokaklara taşıp yapmaya kalkar da trafiği engellerseniz, trafik polisi de sizi engelleyecektir.
Mesken masuniyetiniz elbette esastır ve siz evinizde dilediğinizi yapabilirsiniz. Ama “ben müziği yüksek dinlerim” diyerek gece yarısından sonra televizyonu sonuna kadar açarak dinlemeye kalkarsanız, şikâyet edilebilirsiniz. Zira bitişik komşunuzun da “dinlenme” özgürlüğü var ve sizin özgürlüğünüz, bir diğerinin özgürlük sınırında biter.
Unutmamanız gereken şudur:
Laik bir devlette özgürlükler yasaların güvencesi altındadır ve yasalarla korunur…ama, yasalarla da sınırlanabilir. Kamu yararının söz konusu olduğu durumlarda özgürlükler yasalarla sınırlanır.
Örnekleyelim: Seyahat özgürlüğünüz elbette var ve anayasa güvencesi altında. Ama bir bölgede sıkıyönetim ilan edilmiş ve size saat 08.00-17.00 arası sonra sokağa çıkmamanız bildirilmişse, “seyahat özgürlüğü” savıyla buna karşı çıkamazsınız. O saatlerde sokağa çıkmamanızda “kamu yararı” vardır.
Bir bölgede karantina ilan edilmiş ve giriş-çıkışlar yasaklanmışsa, siz seyahat özgürlüğünüz savıyla buna karşı çıkamazsınız, çünkü o bölgeden alacağınız mikrobu başka bölgelere taşıma riskiniz vardır. Bunda kamu yararı ciddi şekilde zarar görür. Bu gerekçeyle engellenirsiniz.
Demek ki özgürlükler var ama, yasalarla sınırlanabileceklerini de bilmemiz şart.
Kıyafet özgürlüğü de var ama, kamu alanı denilen bölgede görevlilerin kılık kıyafetlerinin ne olacağına ilişkin yasa ve yönetmelikler de var.
O halde çıkaracağımız sonuç:
“Özgürlükler YASALAR ÇERÇEVESİNDE kullanılır yani sınırsız değildir ve “kamu yararı” söz konusu olan durumlarda da bu özgürlükler gene yasalarla sınırlanabilir.