Coğrafi Durum
Doğu Anadolu Bölgesinde yer alan Tunceli, doğusunda Bingöl, batısında Malatya, kuzey Erzincan ve güneyinde Elazığ illeri ile çepeçevre kuşatılmış olup 7774 kilometre karelik bir alana sahiptir. Tarihte bu bölge Dersim adıyla anılmaktadır.
Genişliği 100 km. derinliği 30 km. olan Munzur (Mercan) Dağları Dersim’in kuzeyini bir set gibi kaplamaktadır. Bütün geçitleri Temmuzdan Eylül sonuna, bazen de Ekim ortalarına kadar geçişe müsaittir. Diğer zamanlar ise karla kaplıdır. Küçükgöl Dağı (Bobyezbaba Dağı) – Koçkerekbaba Dağı hattının kuzey tarafı Dersim’in en sarp, bölgesidir. Bazı aşiretler (Kalan, Abbasan, Kırgan, Bahtiyar, Beyit uşakları) sıkıştıkça bu bölge içindeki en sarp vadiyi teşkil eden Kutu Deresine sığınmışlardır. Burada binlerce kişiyi barındırabilecek mağaralar mevcun Dersim’in batı kısmında, Çemişkezek’in 10 km, kuzeyindeki Ali Boğazı, Kutu Deresi gibi sarp ve yüzlerce insanı barındırabilecek mağaralara sahip çok geniş bir vadiyi teşkil etmektedir. Bu bölgeler bazı aşiretlere yurt olduğu gibi, bazı kanun kaçakları için de sığınak olmuştur.
Cumhuriyet Öncesi
Osmanlı devrinde idari teşkilatta ilk olarak Erzurum Beylerbeyliğine bağlı bir sancak olarak gördüğümüz Dersim, Tanzimata kadar bölgedeki beylerin hâkimiyeti altında merkezi otoriteden uzak bir şekilde yönetilmiştir. Devlet, coğrafî açıdan erişilmesi son derecede zor olan bu bölgeo bir sorun çıktığında, olayı bastırmakta zorlandığı için, konuyu yerel beylerle çözme yeğlemiş, bu durum da günümüzde bu bölgede halen sürmekte olan aşiret düzeninin devamına ve bölgede feodal bir yapının kemikleşmesine yol açmıştır.
Fransa’dan etkilenerek 1788–1789 tarihlerinden sonra yapılan idarî düzenlemelerle birlikte, ilçelerin mülki amiri olarak kaymakamlıklar ihdas edilmiş ama tüm bu makamlar mahallî beylere verilmiştir. Böylece bölgedeki tüm kaymakamlar, bölgenin Kürt beylerinden oluşmuştur. Bu durum ağa ve seyyidlerin büyük bir nüfuz kazanmasına ve bölgedeki asayişin daha da bozulmasına neden olmuştur.
Bütün bunların üstesinden gelmek üzere, her alanda ıslahat hareketlerine girişen III. Selim özellikle döneme uygun, o güne göre çağdaş bir ordu kurmasına, her alanda yenileşme hareketlerine hız vermesine rağmen, bu yeniliklere daima karşı çıkan yobaz kesimin tepkisiyle karşılaşmış, yeniçerilerle birleşen bu güruh Kabakçı Mustafa isyanı sonucunda padişahı katletmiş, devletin belki de çağdaşlaşması için son şansı ne yazık ki heba olup gitmiştir. (1807).
Kabakçı Mustafa isyanını bastırarak III. Selim’i kurtarmak üzere Rumeli’den yola çıkan Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa ne yazık ki geç kalmıştır ama gericilerin tahta geçirdiği IV. Mustafa, bu kez Alemdar tarafından tahttan indirilerek, yerine II Mahmut’un geçme. sağlanmıştır. (1808). Sadrazamlığa getirilen Alemdar Paşa bu isyanı çok kanlı bastırarak düzeni yeniden kurmuş ama sonuçlan Dersim olaylarına kadar yansıyan büyük bir hatayı da yapmıştır.
Yapılan hata şudur: Tüm Ülkede sarsılan otoriteyi yeniden kurmak isteyen Alemdar Paşa, bu konuda neler yapılabileceğini saptamak üzere “yerel güçlerle”, “ayanlarla görüşme, onların da fikirlerini alma yoluna gitmiştir. Bu görüşmeler sonunda tespit edilen ve belli esaslardan oluşan bir belgeyi böylece Padişah II. Mahmut, ayanlarla karşılıklı olarak imzalamak zorunda kalmıştır. Bu, Osmanlı Devleti’nde ilk kez karşılaşılan bir durumdur ve 7 Ekim 1808 tarihinde imzalanan ve tarihe “Sened-i İttifak” olarak kaydedilen bu belge ile padişah artık yerel beyler ayanları resmen tanımaktadır, bunun karşılığı olarak da ayanlar ve yerel güçler de devlet otoritesini (lütfedip) kabul edeceklerdir. Bunun diğer bir anlamı “aksi halde kabul etmeyebileceklerdir”. Adeta padişahın otoritesi, pazarlık haline getirilmiştir ve özellikle Merkeze uzak olan örneğin Doğu Anadolu’da Kürt Beyleri’nin nüfuzu bu nedenle çok artmış ve bugünkü feodal yapının oluşmasına neden olmuştur. Daha sonra, yeniden isyan eden yeniçerilerin başkaldırması üzerine II. Mahmut Alemdar Mustafa Paşa’nın yardımına gitmeyecek, bu isyan sonucunda Alemdar öldürülecek (Kasım 1808), daha sonra padişah yeniden tüm gücü elinde toplamaya çalışacaktır.
Doğu Anadolu’da sık sık çıkmakta olan başkaldırıları daha kolay defetmek için 1860–1877 yılları arasında Osmanlı yönetimi Hozat ve Mazgirt’te birer kışla yaptırmış, bu kışlalarla Dersim’e nüfuz etmeğe çalışmıştır. Dönemin padişahları Sultan Abdülmecit ve Sultan Abdülaziz’dir. Buna en büyük tepkiyi ise Osmanlı yönetiminin bölgeye atadığı Kaymakam ünvanını taşıyan kişiler, yani yerel Kürt Beyleri göstermiştir.
Dersim ağaları, nüfuz ve güçlerinin zayıflayacağı endişesiyle sadece Osmanlı’nın girişimlerini engellemekle kalmamış, aynı zamanda 1877–1878 Osmanlı-Rus harbi sırasında Ruslara yardım vaadinde de bulunmuşlardır. Hozat ve Mazgirt kışlalarındaki asker cepheye alınınca ise aşiret ağaları bu merkezlere hücum ederek kışlaları yakmışlar ve kasabaları tala, etmişlerdir. Osmanlı-Rus harbi sırasında ve 1892 yılına kadar Dersim aşiretlerinin yaptıkları bir çok saldırı, ancak kuvvet kullanılarak bertaraf edilmiştir. Ne var ki bölgedeki Osmanlı varlığını ortadan kaldırmak için saldıranlar daima Kürt aşiretleri olmuş, bölgedeki asker hep savunmada kalmıştır.
1893–1905 yılları arasında, Sultan II. Abdülhamit döneminde de Dersim’de karışıklıklar devam etmiştir. Bir taraftan Ermeni isyanları devam ederken, sık sık Kürt başkaldırılarıyla devlet uğraşmak zorunda kalmıştır. Meydana gelen olaylar üzerine, civar köy ve kasabaların, devlete başvurarak, tecavüze uğradıklarını beyan eden şikâyetleri olmuştur. Hükümet bazı ıslaha, girişimleri düşünmüşse de, bu yaklaşım düşünceden ileri gidememiş, bu sebeple Dersim eşkıyalarının soygunculuk hareketleri devam etmiştir.
1907’de; bu kez Kureyşanlı aşiretinden Ali Çavuş 2000 kişi ile Kiğı köylerine saldırmıştır. Aynı zamanda Hozat’ın Koçuşağı, Şamuşağı ve Resik aşiretleri de Kemah ve Çemişgezek köylerine saldırmış, birçok eşya ve hayvan gasp ederek insanları öldürmüşlerdir. Köylüler ise köylerini boşaltarak kasabalara sığınmak zorunda kalmışlardır. Bunun üzerine yeniden bir askeri harekât yapılmıştır. 4-5 gün süren bu harekât asilerin dağıtılması üzerine sonlandırılmıştır.
1907 yılındaki harekât hava ve arazi koşulları nedeniyle arzu edildiği şekilde bitirilememiş ve Dersim aşiretleri sonuçtan daha da cesaretlenmişlerdir.
1908 yılında tekrar ve bu kez daha çok aşiretin katılımıyla büyük bir isyan daha başlamıştır. Osmanlı hükümetinin yeterli reaksiyonu göstermemesi üzerine bu isyan hareketi daha da cesaretlenerek güç kazanmıştır. Bunun üzerine birlikler takviye edilerek isyan bastırılmış ve asiler dağıtılmıştır. Fakat harekât iyi sevk ve idare edilmemiş ve halkı silahtan tecrit etmek asıl hedef olması gerekirken bu konu üzerinde gerekli özen gösterilmemiştir. Bu nedenle harekât amacına ulaşmamıştır.
1911-1912 ve 1914 yılları arasında Dersim’de bir takım olaylar meydana gelmişse önemli bir hal almamıştır. Ancak I. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine bölgede büyük bir gerginlik yaşanmış ve 1916 yılında da büyük bir isyan patlak vermiştir. Bu durumdan yaralanmak isteyen Ruslar, Ermenilerle birlikte yöredeki isyanları desteklemiştir. Ne var ki, Rus ve Ermenilerin bazı aşiret mensuplarına olumsuz davranmaları üzerine, Dersim aşiretlerinden bazıları Ruslar aleyhine dönmüş, bu durumu değerlendiren Türk kuvvetleri isyanı tamamen bastırmıştır.
Cumhuriyet dönemine kadarki olaylar bu şekilde özetlenebilir ve bunların hiçbirine bir Dersimli “…hayır bunların hiçbiri olmadı” demez, diyemez..
Cumhuriyet Dönemi
Cumhuriyet yönetiminin birinci hedefi, ülkeyi hızla bir çağdaş devlet olarak yeniden yapılandırmaktır. Devrimin lideri olan Mustafa Kemal, “çağdaş uygarlık düzeyini” aşılması gereken bir hedef olarak belirlemiş ve tüm ulusunu, böyle bir hedefe ulaşabilmek için gerekli reformlar konusunda sık sık tüm ülkeyi baştan başa gezerek bilgilendirmiştir. Ülkenin en yoksul ve ihmal görmüş yöresinin Dersim bölgesi olduğunu bilmekte, özellikle bu bölgeye her türlü hizmetin süratle götürülmesi gereğini sık sık yinelemektedir. Elbette bunun kolay olmayacağını, bölgedeki feodal yapının devamında çıkarı olan şeyhlerin, seyitlerin, ağalan arkalarına aşiretleri alarak buna olanak vermemeye çalışacaklarını bilmektedir. Ama devrimin lideri, Doğu Anadolu’daki bu feodal zinciri kırmakta kararlıdır.
Devlet bir taraftan Doğu’da 1925 yılında patlayan Kürt (Şeyh) Sait isyanıyla uğraşırken, diğer taraftan da Dahiliye Vekâleti İçişleri Bakanlığı), Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’den, Dersim ile ilgili bir rapor hazırlamasını istemiştir. Hamdi Bey hazırlamış olduğu raporunda “Kürtleşme” “Aşiretlerin Hareket Tarzı”, “Çabaların Yetersizliği”, “Ağaların Ağırlığı” konularına değinmiş, Dersim’de süratle ve kati bir şekilde genel tedip harekâtının yapılması gerektiğini bildirmiştir. Tedip, yöre halkını terbiye etme, edebe davet etme harekâtı demektir.
Daha sonra bu kez Dersim’i tetkike memur edilen Diyarbakır Valisi Cemal Bey’in bizza dolaşarak hazırladığı raporunda ise, “Kürt-Türk Sorunu”, “Hükümet Nüfuzunun Eksikliği “Dersim’in Islah Projesi” gibi konulara yer verilmiştir.
Bunlarla yetinilmemiş, Cumhurbaşkanı Atatürk bizzat İçişleri Bakanı ve İçişleri Bakanlığı’nın diğer müfettişlerinin de bölgeyi tümüyle gezerek rapor hazırlamalarını istemiş, bunlara ek olarak Genelkurmay Başkanlığı’nın da raporları doğrultusunda Dersim bağlanmıştır. ıslahatının zorunlu olduğuna kanaat getirilmiş ve esaslar belirlenerek uzunca bir programa bağlanmıştır.
İsyan Öncesi Durum
Bu raporlar neticesinde, 2510 sayılı “İskân Kanunu” 7 Haziran 1934’te TBMM’de müzakere edilerek kabul edilmiştir. Bu kanunla aşiret reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği kopmuştur. kısaca aşiret hayatı sona erdirilmiştir. İşte bu anda devlet ile aşiretler birliği arasındaki ipler kopmuştur.
Bu kanun, Osmanlı Devleti’nin bir türlü uygulamaya cesaret edemediği fakat Cumhuriyet Hükümetlerinin kesinlikle görmezden gelemeyeceği Doğu’daki feodal yapıya son verme konusunda yönetimin ne kadar kararlı olduğunu göstermektedir.
İskân Kanunu ile başlayan Dersim’in güvenliği çalışmalarının bir devamı olarak 2 Aralık 1935 tarihinde TBMM tarafından çıkarılan 2884 sayılı kanunla Tunceli Vilayeti kurulmuştur. Kanunda Dersim, “Tunceli” olarak değiştirilmiş, ayrıca Korgeneral rütbesinde bir kişi Vali ve Komutan olarak görevlendirilmiştir. Bu vali ve komutan Dördüncü Umum Müfettişliğinde, Umumi müfettiş olmaktadır. Görevlendirilen kişi Korgeneral Abdullah Alpdoğan’dır.
Dersim’in Tunceli’ye dönüştürülerek vilayet yapılmasındaki asıl sebep, bölgeye vilayet düzeyinde hizmet götürmek, kaldırılan aşiret hayatına karşı geleceği belli olan, konar-göçer düzenin ürünü aşiretlerin isyanı halinde duruma derhal müdahale etmektir. O güne kadar tüm bölgeye hükümdar gibi hükmeden şeyh, ağa, bey, seyit gibi kişilerin bu imtiyazla kaybedecek olmaları nedeniyle tüm güçleriyle isyan edecekleri açıktır. O nedenle bölgede askeri birlikler, müfettişlik emrinde olarak bekler duruma getirilmişlerdir.
4’üncü Genel Müfettiş Korgeneral Abdullah Alpdoğan bölgedeki gergin durumun farkına vararak, yayınladığı bir tebliğ ile Dersim’deki bütün aşiretlerin silahlarını teslim etmelerini istemiştir. Ancak birçok aşiret buna yanaşmamıştır. Dersim halkının ve isyancıların lideri Seyit Rıza daha da ileri giderek, Korgeneral Abdullah Alpdoğan’dan TBMM’nin Dersim hakkında çıkardığı kanunu kaldırmasını, vilayet olmak istemediklerini, Dersim için, Kürtlerin özel ve milli haklarını sağlayan bir “özel idare”nin kurulmasını istemiştir.
1937 Yılı Harekatı
1934 yılından itibaren planlı bir şekilde Dersim sorunu üzerine eğilen hükümetin bölgede güç kazanmaya başlaması üzerine, bir takım iç ve dış faktörlerin sonucu, ağa, şeyh ve seyitlerin yönlendirdiği huzursuzluklar ardı ardına ortaya çıkmıştır. Seyit Rıza’nın önderliğinde devlet aleyhine bölgede yoğun bir propaganda başlatılmış ve neticesinde aşiretler arasında toplantılar yapılmış ve devlete bir ültimatom verilmesine karar verilmiştir. Bu ültimatomda ;
-İçimize karakollar yapmayacaksınız.
-Köprü ve yol yapmayacak, silahlarımıza dokunmayacaksınız.
-Kaza ve Nahiye merkezleri kurmayacaksınız.
-Her zaman olduğu gibi pazarlık usulü vergi vereceğiz,
-Askere ise kimseyi göndermeyiz, denilmekteydi.
Bu talep edilenler, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği ile bağdaşamazdı, üstelik, dünya savaşının galiplerine karşı bir Kurtuluş Savaşı vererek kurulan bu devletin, Padişah’a bile kafa tutmaktan çekinmeyen hiçbir hükümeti böyle bir zilleti kabul edemezdi. O halde çatışma kaçınılmaz görünüyordu.
ilk olay Harçik deresi üzerinde, Pah (Kocakoç) ile Kahmut arasındaki tahta köprünün 21 Mart 1937 gecesi yakılması ve Kahmut ile Pah arasındaki telefon hattının kesilmesi ile başlamış, sonrasında ise 26 Nisan tarihinde Askisar Karakoluna, 27 Nisan’da ise Taht Komutanlığındaki Bölüğe saldırı düzenlenmiştir. Saldırılara bölgede bulunan birliklerle karşılık verilmiştir. Bu sıralarda alınan duyumlarla Dersimlilerin bu şekilde saldırılarına devam edeceği öğrenilmiş ve 4’üncü Genel Müfettişlik birlikleri takviye edilmiştir. ( 1 Mayıs itibariyle 122 Sb., 4683 Er., 234 gayri muharip er ).
1 Mayıs saat 20:00 de eşkıya gruplarının birliklerimize saldırmaları üzerine müsademe sabaha kadar devam etmiş, sabaha karşı eşkıya ormanlık alanlara dağılmıştır. Durumun bugünkü, “…Bölgede özerk idare istiyoruz. Alıncaya kadar da silahı bırakmayacağız…” diyen, zamanında da üzerine kararlılıkla gidilmeyip hafife alınan PKK olayından ne farkı vardır?
3 Mayıs’ta hava kuvvetlerine bağlı bir uçak filosu aşiret reisleri toplantı halinde iken bölgeyi bombalamıştır. Genelkurmay Başkanlığı’nın 3 Mayıs tarihinde verdiği emirde; 1 Mayıs’tan beri asi kuvvetlerin saldırılarına sadece savunma ile mukabele edilmesi nedeniyle asilerin cesaretlendiği belirtilmiş, ayrıca bundan sonra asilerce yapılacak saldırılara karşı taarruzla karşılık verilerek sonuç alınması istenmiştir. Saldırıların devam etmesi, hükümet güçlerinin de buna karşılık vermesiyle Dersim sorunu geniş bir hal almıştır. Bunun üzerine 4 Mayıs 1937’de Hükümet, tenkil (Nakletme, bastırma, uzaklaştırma) harekâtına dair, gizli bir karar alınmış, bu kararda isyana şiddetle karşı konulması ve bir an önce bitirilmesi istenmiştir. Birlikler yeniden takviye edilmiştir.
4 ‘ üncü Genel Müfettişlik , Mayıs ‘ taki takviyelerle birlikte 17‘nci Tümen , 17’nci Tugay Tunceli Vilayet Jandarma Komut Tayyare Alayı’ndan oluşmaktadır
Devam eden tarama faaliyetlerinde sıkıştırılan eşkıya grupları ile yapılan çarpmalarda zayiat verdirilmiştir. Temmuz sonunda ayaklanmaya katılan aşiretlerin bölgelerinde taranmış hiçbir yer kalmamış, fakat Seyit Rıza henüz yakalanamamıştır.
16-17 Ağustos gecesi harekete geçen birliklerce, Seyit Rıza ve yardakçılarıyla yeniden müsademeye girişilmiş, bu esnada 30 kadar asi öldürülmüş ve harekata 18 Ağustos’a kadar devam edilmiştir. 9 Eylül’de Seyit Rıza’nın yeri tespit edilmiş. yakalanması için yeni bir harekatın hazıklarına devam edilirken, 10 Eylül 1937 günü, Seyit Rıza silahsız olarak iki kişi ile birlikte Erzincan Jandarmasına teslim olmuştur.
Atatürk elbette Dersim’e bir an önce huzurun gelmesini ve bölgenin egemeni olan aşiretlerin baskısı ve talanı altında yüzlerce yıldan beri yaşam savaşı vermekte olan diğe. aşiretlerin bir an önce tüm bu baskılardan tamamen kurtarılmasını arzu etmektedir.
1937’de, Dolmabahçe’de kendisini ziyarete gelen bir Diyarbakır heyetine hitap ederken gömleğinin kolunu sıyırmış ve kolunu ve damarlarını göstererek: “…hepimiz aynı cevherin damarları gibiyiz…” demiş, ülkede yaşayan tüm insanlarımızın aynı derecede öneme sahip olduğuna işaret etmiştir. Ama hiç kimseye özel bir ayrıcalık verilmeyeceğini tekrarlamıştır.
Bu husus Anayasalarımızda da “…hiçbir kişi, aile, sınıf ve zümreye imtiyaz tanınamaz…” şeklinde tanımlanmıştır.”
Bu tarihlerde Hükümet Nyon Konferansı ile, Atatürk ise Nyon ve “şahsi meselem” dediği Hatay meselesiyle çok yakından ilgilidir ve izlenmekte olan politika konusunda Atatürk ile Başbakan inönü arasında bir gerginlik yaşanmaktadır. Nitekim 18 Eylül 1937 akşamı Çankaya’daki sofrada bu gerginlik, kopmaya yol açmış, ertesi gün Inönü, hastalığı neden gösterilerek görevinden istifa etmiştir. Artık Bayar dönemi başlamaktadır.
O halde, 19 Eylül 1937’den 10 Kasım 1938 tarihine kadar 14 ay boyunca, Başbakan Celal Bayar’dır.
Seyit Rıza’nın Ekim ayında başlayan mahkemesi, 15 Kasım’daki oturumdi sonuçlanmıştır. Mahkeme sonucunda 11 kişi idama, 33 kişi ağır hapse mahkûm olmuş; idama mahkûm olan 4 kişinin cezası yaşlı olmalarından dolayı hapis cezasına çevrilmiştir. İdam cezaları aynı gün infaz edilmiş ve 1937 dersim isyanı sona ermiştir.
1938 Yılı Harekatı
1937 İsyanında ele geçirilemeyen ve Tunceli arazisine saklanan eşkiyalar birkaç ay sonra yeniden soygun, talan, propaganda, silahlanma ve devlete karşı birleşme faaliyetlerine başlamıştır.
Kör Abbas, Kecel ve Baluşağı aşiretlerine mensup eşkıya grubunun 2 Ocak 1938 günü asker kaçaklarını aramakla görevli Jandarma birliğini pusuya düşürülerek 8 askerimizi ve Mercan karakolunu basarak iki erimizi şehit etmesi üzerine, 21 Mart 1938’de, Haziran’da yapılacak tenkil ve silah toplama harekâtına karar verilmiştir. Demek ki Hükümet, bölgede güvenliği tamamen sağlamak için Haziran ayında bir tenkil (nakil) ve silah toplama harekâtını planlamış ama Ocak ayındaki bu olay üzerine bu planı öne çekip Mart ayında uygulamaya koymuştur.
Hükümetçe alınan karara göre 1938 yılında yapılacak faaliyetler şunlardı:
-Kış aylarındaki olayları yapanların tedip edilmesi,
-Asker bakaya ve kaçaklarının takibi,
-Silah toplamanın ikmali,
-İsyancıların nakli ve bu isyanlara katılmadığı gibi hükümet güçlerine destek verenlere ise tapu verilmesi.
-Bölgede Yatırımlara devam edilmesi.
4’üncü Genel Müfettişlik harekâtını; Mercan Deresi, Merho Deresi ve Kalan Deresi temizleme safhaları olarak 3 aşamada gerçekleştirecektir.
11/12 Haziran gecesinden itibaren tedip bölgesine girilmeye başlanmıştır. 29 Haziran’a gelindiğinde tenkil kuvvetlerinden 60 yaralı ve 33 şehit verilmiş, isyancılardan ise 163 kişi ölü ve yaralı olarak ele geçirilmiş, 866 kişi ise güvenlik güçlerine sığınmıştır. Başbakan Celal Bayar 30 Haziran’da TBMM’de daha ciddi tedbirlerin alınması kararına işaret etmiştir. Artık 3’üncü Ordu Harekata dahil edilecektir.
4’üncü Genel Müfettişlik tarama ve tedip faaliyetlerine 8 Ağustos’a kadar devam etmiştir. 3’üncü Ordu Müfettişliği harekâtı ise gerçekte fiilen bir tedip niteliğinde olmayıp, 4’üncü Genel Müfettişliğin bu bölgede yaptığı harekâtın tamamlanması niteliğindedir. Harekâtın amacı; bölgedeki halkı silahtan tamamıyla tecrit etmek, Tunceli’nin her sene ayrı ayrı sahalarında beliren haydutluğa tamamen son vermektir.
Tunceli bölgesi 7 iç bölgeye ayrılmış ve her birine birer Tümen tahsis edilmiştir. Harekâtın 10 Ağustos’ta başlayıp 10 gün sürmesi, 26 Ağustos’u kesinlikle geçmemesi planlanmış ve 17 Ağustos’ta sona ermiştir. Harekâtın sonunda adları daha önceden belirlenmiş binlerce kişi yakalanmış ve emredilen bölgelere sevkedilmiştir.
Bu harekât esnasında Munzur dağlarına kaçarak yakalanamayan Koçuşağı aşireti daha sonra köylerine geri dönmüş ve civar köylerde tekrar soygunculuğa başlamışlardır. 3’üncü Ordu Müfettişliği’nin harekâtının ikinci safhasının amacı Koç Uşağı aşiretidir. 6 Eylül’de başlayan harekât için iki bölge belirlenmiştir. Harami Deresi-Hozat uzanımı hattının doğusu 3’üncü Tümen, batısı 8’inci Kolordu sorumluluğundadır. 15 Eylül’de bitirilen harekatta tam bir tarama yapılarak yüzlerce haydut imha edilmiş, yüzlercesi de yakalanmıştır.
Bütün bu gelişmeler olurken, Atatürk 1 Haziran – 26 Temmuz tarihleri arasında yaşamaktadır. Savarona’da, daha sonra ise Dolmabahçe’dedir ve hastalığının son ve en kritik dönemlerini yaşamaktadır.
SONUÇ
Sonuç olarak; çeşitli dış ve iç nedenlerin de büyüttüğü ve 21 Mart 1937-16 Eylül 1938 tarihleri arasında meydana gelen Dersim İsyanı devletin kararlı tutumu sayesinde sonlandırılmış, isyanın elebaşları yargılanarak cezalandırılmıştır.
Bu çapta büyük isyanların bastırılması esnasında, ne yazık ki sivillerin de büyük zarar ve kayıp vermeleri kaçınılmaz olmaktadır. Burada asıl dikkat edilmesi gereken husus, eşkıyanın köşeye sıkıştırılınca sivil halkı kendilerine siper ederek kaçma girişimleri olmuştur. Bölgedeki askerin muhtemelen yarısı Kürt kökenli olmalıdır. Yaşlı, genç, çoluk çocuğun üzerine askerin görerek, bilerek ve isteyerek ateş ettiğini iddia etmek insafsızlıktır ve Cumhuriyet Ordusu’nun böyle bir sicili yoktur. Her şeye rağmen olay son derecede üzücüdür ve 10.000 dolayında cana mal olmuştur. Buna karşılık gene bölgede yaşayan, eşkıyanın sürekli baskısı ve zulmü altında inlerken şimdi devletin güvencesine kavuşan yüzlerce diğer aşiret mensupları da devlete sığınmış, adeta yabancı devletin boyunduruğundan kurtarılmış ve bu aşiretlere tapuyla toprak dağıtılmıştır. Bunların sayısı ise çok daha fazladır.
O nedenledir ki, çok partili döneme geçişten itibaren, Dersim (Tunceli) çoğunlukla Atatürk’ün, İnönü’nün partisine oy vermekte, her Alevinin evinde ve Cem Evlerinde mutlaka Türk Bayrağı ve Atatürk’ün resmi, Hz. Ali’ninkiyle yan yana asılı bulunmaktadır. Eğer şimdi malûm çevrelerce ve bilinen nedenlerle soykırımcı gösterilmeye çalışılan Atatürk ve İnönü’den Alevilerin bir nefreti söz konusu olsaydı, sonuç böyle olur muydu?.
Esasen bu isyanın temel nedenlerinden biri de, şeyhlerin Osmanlı’dan beri ellerinde tuttukları köyleri, toprakları kaybedecekleri korkusu, önü-sonu bölgede bir toprak reformunun yapılacağı kaygısıdır. Bunun en güzel kanıtı Atatürk’ün 1 Kasım 1937 Meclis açış nutkundaki şu yalvarışıdır:
“Efendiler! Topraksız Çiftçiyi Topraklandırma Kanununu çıkartınız. Size yakarıyorum…”
Diktatördü denen adam, Dersim isyanının birinci evresinin sonunda işte böyle yalvarıyor ve Doğu’daki Kürt köylüsünün toprağa kavuşturulmasını istiyordu. Meclisteki bu konuşmayı, kendileri de Meclis’te olan CHP’li Kürt aşiret reisleri elbette beğenmediler. Eni sonu o toprakları kaybedeceklerini biliyorlardı. Tam iki ay sonra 1 Ocak 1938’den itibaren daha büyük ölçüde yeniden harekete geçmelerinin nedeni budur.
Bütün bu gerçek ve somut örnekleri görmezden gelip de, isyanları, “… bir jandarmanın bir Kürt kadına tecavüzüne bağlayan…” anlayışın yanında yer almak, kabul edilemez.
“24 Haziran 1914 günü, bir Sırp anarşisti Saray Bosna’yı ziyaret eden Avusturya – Macaristan veliahtını öldürünce, Birinci Dünya Savaşı başladı…” argümanı ne kadar saçmaysa, bu iddia da o derece saçmadır.