Atatürk’ün “Bursa Nutku” gerçekten var mı, yoksa bu bir fanteziden mi ibaret? Neden bazı çevreler ilk günden beri bu Nutka şiddetle karşı çıkarken, kimi çevreler aynı şiddetle savunur? Ağır Ceza Mahkemelerinde bile sorgulanan bu Nutuk, eğer gerçekten Atatürk tarafından söylenmişse, neden o zaman “Söylev ve Demeçleri” arasında yer almıyor?

İyi ama her söylediği zaten orada kayıtlı mı ki? Bu yazının sonunda mutlaka bir fikriniz olacak ve kararı siz vereceksiniz

İzmirdeydi…

Haberi aldığında İzmir’deydi. Yorucu bir gün geçirmişti. O gün Buca’ya gitmişler, dönüşte izmir Millî Kütüphanesini gezmiş, kitapları incelemiş, kütüphane hakkında bilgi almıştı. Bankaları, arkasından İncir Kooperatifi’ni ziyaret etmişti. Akşam CHP’nin Karşıyaka’da vereceği baloya katılacaktı ki… Bursa’daki olayı duydu.(Şahingiray, 1955). Vali Bey, olayın pek de büyütülecek bir yanı olmadığını anlatmaya çalışıyordu:

1933 “…İki gün önce, 1 Şubat Çarşamba günü, Bursa Ulu Cami’den çıkan 100 kadar kişi, Ezan her yerde Arapça okunurken, neden bir tek Bursa’da Türkçe okunuyor?’ diye bağrışarak Müftülüğe doğru yürüyüşe geçmişler. Meraklıların da katılımıyla kalabalık giderek büyümüş. Müftü, bu konuda talimat alındığını, ezanın yalnız Bursa’da değil, her yerde Türkçe okunduğunu, asıl yanıtı Vali’nin verebileceğini söyleyince de, kalabalık Hükümet Konağı’na yürümüş. Makamında olmayan Vali’yi beklerlerken merdivenlere oturmuşlar, sonra da polisin müdahalesiyle, bir olay çıkmaksızın dağılmışlar.”(Kocatürk, 1973)

Vali’yi dikkatle dinliyordu. Sonra yüz hatları gerildi… çelik gibi bir ses tonuyla talimatını verdi:


-“Başvekil Paşayla temas kurun, bana Afyon’da katılsın! Tren hazırlansın, bu gece Bursa’ya hareket ediyoruz. Balo’ya gitmeyeceğim, ama balo yapılsın.”
Oysa, CHP Karşıyaka teşkilatının düzenlediği baloya gitmek üzere hazırlanmaktaydı bu haberi aldığında. Kendisini temsilen valinin mutlaka bu baloya katılması ve konuklara muhabbetini iletmesi talimatını verdi.

Hava birden değişmiş, ortalık buz kesmişti. Antalya’da bulunan İsmet Paşa’ya talimat iletildi ve sabaha karşı 03.30’da Atatürk beraberindekilerle İzmir’den Afyon’a doğru yola çıktı.

Hedef Bursaydı.

Oysa, daha iki hafta önce gene Bursa’daydı. (17.1.1933). Çok sevdiği ve sık geldiği bu kentte her zamanki gibi valiliği, belediyeyi, komutanlığı ziyaret etmiş; şehirde tetkiklerde bulunmuş, son gün de Ipek iş Dokuma Fabrikasını gezmişti. Hatıra defterine yazdıklarında içtendi:


“…Ipek İş Fabrikası’nda gördüklerimden çok sevinç duydum”.


Nerede bir fabrika açsa, çocuklar gibi şenlenir, mutlu olurdu, çünkü fabrika demek, üretim demek, kalkınma demek, teknoloji demek, istihdam demekti, is-aş demekti…

Ama bu kez bu ani gidişinden hiç de mutlu olmadığı yüz ifadesinden belliydi. 15 Ocak’tan beri seyahat halindeydi. Önce Bursa’ya gelmiş, sonra on gün boyunca Bandırma, Balıkesir, Kütahya, Afyon ve Konya’yı ziyaret etmiş, nihayet Adana’ya kadar gitmişti. (25 Ocak). Oradan Gaziantep, sonra tekrar Adana, nihayet Mersin. (28 Ocak 1933). Buradan Gülcemal Vapuruyla Antalya’ya geçmiş ve İsmet Paşa ile buluşmuştu. Daha sonra da Fethiye, Marmaris ve nihayet İzmir’deydi. (31 Ocak 1933). (Şahingiray, 1955).

İsmet Paşayla Başbaşa…

Ve… işte şimdi de sabaha karşı Afyon’da, Başvekil Paşayla baş başaydı. İstasyondaki uğurlama merasimini kısa tuttular ve hemen kompartmanına geçtiler. Tren bir an önce Bilecik’e varmak ister gibi karanlığın derinliklerinde yoluna hızla devam ederken, Bursa’da olanları giderek hiddetlenen bir ses tonuyla başvekiline anlatmaya başlamıştı bile.

İyi ama, İsmet Paşa’nın bu olaydan haberi elbette vardı fakat doğrusu bu kadar telaş edecek bir olay gibi de görmemişti olanları… Ama Atatürk öyle bir döküm yaptı ki, yılların Başvekil Paşası’nın da çok geçmeden suratı asıldı. Atatürk’ü dinleyince hak verdi, çünkü bir noktayı çok kötü atlamıştı. Aslında herkes atlamıştı. Atatürk hariç…

Afyon’dan Eskişehir’e kadar Başvekil’e içini döktü. Özellikle Serbest Fırka günlerinin geri gelmesinden endişeliydi, bu konuda İsmet Paşa’ya özellikle idarecilerin kayıtsızlığı konusunda yakındı. Eskişehir’e gelince İsmet Paşa Ankara’ya gitmek üzere ayrılırken, Atatürk Bilecik’e doğru yoluna devam ediyordu.

Afyon-Eskişehir arasında ne mi konuştular? 1928-1933 arasında olup biten her şeyi…

Tam da memleketin dar bir geçitten geçtiği günlerdi.

Daha birkaç yıl önce, 1928’de, Latin Harflerine geçişle ilgili devrimin ülke için ne kadar da önemli olduğunu kavrayamamış bir yobaz kesim, bu olaya ” Kur’an harflerini terkediş” gözüyle bakarken, bir de Anayasa’dan “…devletin dini islâmdır” hükmünün çıkarılışını duyunca homurdanmalar bütün ülkede iyice yükselmişti. (10 Nisan 1928).

Çabuk atlatmışlar, bu reformun meyvelerini de bir yıl gibi kısa sürede toplamaya başlamışlardı.

Ardından, tam da bu sırada 1929 Dünya Ekonomik krizi patlamıştı. Bundan Türkiye’nin etkilenmemesi zaten olanak dışıydı. Homurtular daha da yoğunlaştı ama devrim hız kesmeden sürüyordu. Şimdi de “Kadın Hakları” gündemin başındaydı ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu haklar kadınlara henüz tanınmazken, belediye seçimlerinden başlayarak Türk kadınının seçme ve seçilme haklarına sahip olmasının yolu açılmıştı. (3 Nisan 1930). “Kadın ancak hamur yoğurur, çocuk doğurur” zihniyetindeki tarikat-cemaat ehli yığınlar, bu gelişmeleri dişlerini gıcırtarak ve “la havle…”çekerek izliyorlardı. Bunun farkındaydı. Umursamiyordu ama dikkatliydi.

Normal olarak her ülkede iktidarlar, özellikle bu tür zor koşullardan geçilirken “muhalefet” istemezler. Atatürk, tam aksine, toplumun bir an önce demokrasi kültürüne sahip olabilmesi için, kendi eliyle ve hatta baskısıyla, kendi kurduğu partiye karşı muhalefet yapması için, yakın arkadaşı ve Paris Büyükelçimiz Ali Fethi Okyar’ı bir muhalif parti kurmaya ikna etmişti. Serbest Fırka böyle kurulmuştu. (12 Ağustos 1930). Ne yazık ki bu iyi niyetli girişim, cumhuriyetin o güne kadar getirdiği kazanımların tümünün bir anda yok olması anlamına gelecek şekilde ülkedeki tüm gericilerin bu parti etrafında toplanması nedeniyle, bizzat bu tehlikeyi gören ve partinin genel başkanı olan Fethi Bey tarafından kapatılmıştı. (17.11.1930). Bu olay da gösteriyordu ki, pusudaydılar… Ve hep tetikte olmak zorunluydu…(Göze, 2000)

Menemen’i Yakın…

Nitekim, korkulan oldu. Aradan bir ay geçmişti ki, “Menemen Olayı” patladı. İzmir’in Menemen ilçesinde Giritli Derviş Mehmedi adlı Nakşibendi Tarikatı’na bağlı bir yobazın önderliğinde bir kalabalık, Belediye Meydanı’nda toplanıp, zikrederek şeriatı ilan ettiklerini duyurmuşlardı. Olaya bir müfreze ile müdahale etmeye çalışan yedek subay Kubilay, boğazı kesilerek şehit edilmişti. (23.12.1930) Cumhuriyet Hükümeti derhal gereken tedbiri alıp suçluları en ağır şekilde cezalandırmıştı ama Atatürk günlerce bu olayın etkisinden kurtulamamıştı. Her defasında önündeki tabakta Kubilay’ın kesik başını gördüğü için, günlerce yemekten kesildi, uzun süre et yemeği yiyemedi.

İşte o günlerde ve o kızgınlıkla İsmet Paşa’ya dönüp:

“Menemen halkını taşıyın ve Menemen’i yakın. Cumhuriyet’in gelecek nesillerine bir örnek olması için de Menemen’i o yanık haliyle muhafaza edin” emrini vermişti.

İsmet Paşa bu tür emirleri uygulamaz, 48 saat bekletirdi. Buna birlikte karar vermişlerdi. İyi ki de öyle yapardı. Eğer Atatürk konuyu tekrar açıp, sormazsa, bu ismet’e “…o meseleyi sen de unut…” anlamına gelirdi… Menemen konusunda da öyle olmuştu… Konu kapandı.

Atatürk’ün sabaha karşı bütün bunları İsmet Paşa’ya yeniden hatırlatması için elbette kendince haklı bir nedeni vardı. Yoksa mesele, kimilerinin sandığı gibi 100 kişinin Bursa’da toplanıp, rastgele bağırıp çağırıp sonra da dağılmasından ibaret, basit bir mesele olsaydı, o zaman iki “devrimcinin” sabahın ayazında, kör bir istasyonda buluşup, bir kompartimana çekilip sabaha kadar tartıştıkları ne olaydı ki?

Türkçe Ezan…

Dışarıda gün hafif hafif ışıyor, Eskişehir’e yaklaşıyorlardı. Atatürk, nihayet asıl konuya gelebilmişti. Kendisini en çok endişeye sevk eden meseleye: Ezanın Türkçe okunması meselesine.

Geçen yıl tam da bu günlerde çok cesur bir karar daha almıştı. Verdiği talimat üzerine 23 Ocak 1932 günü Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti şefi Binbaşı Hafız Yaşar (Okur), İstanbul’da Karaköy’deki Yeraltı Camii’nde Cuma namazından sonra ilk kez Yasin Suresi’ni önce Arapça, sonra Türkçe okumuştu.

Yer yerinden oynamıştı ama Hükümet en ufak bir zaaf göstermemiş, uygulama sürüyordu. Aradan sadece 10 gün kadar geçmişti. 3 Şubat 1932 günü Kadir gecesiydi. Ayasofya’da yatsı namazından sonra aralarında bir çok tanınmış hafızın bulunduğu Mevlidhan Heyeti, önce Mevlid ve arkasından Kur’an okumuşlardı… Türkçe olarak…

Radyodan yapılan canlı yayın bütün ülkede büyük yankı yapmıştı. Ankara’da Atatürk heykelinin yanına monte edilen hoparlörden de halka dinletilen bu yayını, Ankaralılar, kar altında dinlemişlerdi. Türkçe Kur’an değişik İslâm ülkelerinden de değişik tepkiler almıştı. Kimi çevreler bunu “dinsizlik” olarak değerlendirirken, bazıları da olumlu karşılamıştı. İki gün sonra da, 5 Şubat’ta Süleymaniye Camii’nde ilk Türkçe “hutbe” okunmuştu. (Kocatürk, 1973).

Yoksa, rövanş mı?

Aradan tamı tamına bir yıl geçmişti. İşte bugün de günlerden 5 Şubat’ti. Bursa olaylarını İzmir’de haber aldığında ise 3 Şubat. Acaba tam da bu yıldönümü günlerinde geçen yılki bir şeylerin rövanşı mı alınıyordu? Bu olaylar bir rastlantı mıydı, yoksa organize olmuş bir takım çevreler Cumhuriyet’e bir mesaj mi vermek istiyorlardı? Atatürk’ün olayın üzerine hızla gitmesinin sebebi buydu. Başbakanını yanına almış, İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanını da Bursa’ya çağırtmış, devrimi yapan adam, yaptığı devrime sahip çıkıyordu.

İsmet Paşa Eskişehir’de ayrıldıktan sonra, kızgınlığı hâlâ geçmediği için, beraberindekilere yakınmaya devam etti:

“Bir devrim yapıyoruz, oyun mu oynuyoruz? Toplumu bir yerden bir yere taşımak istiyoruz, yasalar çıkarıyoruz, gericiler karşı çıkıyor…Hakimi, polisi, savcısı seyrediyor. Benden ne yapmamı istiyorsunuz, oturup beklememi mi?”…

Orada bulunan gazetecilerden ve tarihçi Nizamettin Nazif Tepedelen, ilerde o günleri işte böyle anlatacak ve ekleyecek:

“Öylesine kabına sığmaz bir hali vardı ki, makiniste haber gönderdi.” -Niye böyle yavaş gidiyoruz, daha hızlı, daha hızlı!…’

Sabah saat 05.00’te Bilecik’e geldiler. Burada trenden inildi, bekleyen otomobillere binildi ve saat 09.30’da olay mahalline, hızla Bursa’ya gelindi. (Önder, 1998). Doğru Vilayet’e gidip olaya el koydu. Meseleyi kavramıştı. Olay, korktuğu ölçüde planlı, örgütlü bir olay değildi. Buna rağmen, sayıları az da olsa birilerinin Cumhuriyet’e hesap sorarcasına vilayete gelip taşkınlık yapmalarına görevlilerin sessiz kalışını kabul edemiyordu. Bu eylem Cumhuriyet yasasına aykırıydı, buna karşın kimse tutuklanmamıştı. Bu kabul edilebilir değildi.

Ertesi gün 6 Şubat. O gün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek de Bursa’ya geldiler. Yapılan incelemeler sonucunda, olayda ihmali görülen Savcı Sakıp Bey, Sulh Ceza Hakimi Hasan Bey ve Bursa Müftüsü Nurettin Bey görevden alındı ve 15 kişi tutuklandı..

Aynı gün Anadolu Ajansı’na resmî demecini verdi:

Resmî Demeç…

“… Bursa’ya geldim. Olay hakkında ilgililerden bilgi aldım. Olay aslında fazla önemi haiz değildir. Herhalde mürteciler Cumhuriyet Adliyesi’nin pençesinden kurtulamayacaktır. Olaya dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dinî siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hâkim ve esas kalacaktır.” (Cumhuriyet, 7 Şubat 1933), (Ülker,2008).

O gün akşam Gülcemal Vapuru’yla İstanbul’a dönecekti. Hareket saati 19.30’du, fazla vakti yoktu ama gene de Çekirge Köşkü’nde bir yemeğe katılmayı kabul etti. Bu, her zamanki bildik ziyafetlerden değildi. Belliydi ki olayın utancını taşıyan bazı Bursalı yöneticiler, olayı yumuşatıp gönlünü alma çabasındaydilar. Aslında o gün biri Belediye Meclisi’nde olmak üzere iki yerde daha konuştu. Söyledikleri birbirini tamamlıyordu. İrticaya karşı uyanık olunmalıydı. Bu konuda gençliğe çok iş düşüyordu. Devrime sahip çıkma hususunda her şeyi hükümetten ve idareden beklemek olmazdı.

Çekirge’deki salonda gençler çoğunluktaydı. Masada ise 15 Ocak’tan beri kendisine refakat eden arkadaşları: Kılıç Ali, Saffet Bey, Nuri Conker, Salih Bozok, Hasan Cavit, Sami Bey, Kazım Bey, Mümtaz Bey, Avni Bey, Şahap Bey ve Ferit Bey. Vali Fatin Bey, Belediye Başkanı Muhittin Bey. (Şahingiray, Nöbet Defteri, 1955).

Daha sonraki gelişmelerden öğreniyoruz ki, Bursalı gazeteciler, Rıza Ruşen Yücer, Musa Ataş, heyetle beraber olan gazeteci Nizamettin Nazif Tepedelenli de oradadırlar. Atatürk’ün Yaveri Cevdet Tolgay’da olaya tanık olanlardandır. Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak sofrada değil, yan odada işiyle meşguldür. Atatürk’ün burada yaptığı konuşmayı aynı gün Yaver Cevdet Tolgay’dan dinleyecek ve bunu ilerde Falih Rıfkı Atay’a anlatacaktır. Bu tanıklar konusuna tekrar döneceğiz.

Seyahatin başında ve İzmir’e kadarki bölümünde Celal Bayar da heyetin içindedir ama Bayar Afyon’da gruptan ayrılmış, bu kez Antalya’dan gelen İsmet Paşa heyete katılmış, Eskişehir’de de o Ankara’ya gitmek üzere ayrılmıştır. (Bazı kayıtlarda Bursa’ya geldiği yazılıdır.) Ayrıca Bursa’ya bugün gelen vekiller, Şükrü Kaya ve Yusuf kemal Tengirşenk de elbette masadadırlar.

Konuşulan konu günün konusudur: İrtica ve devrimler.

Gençlerden biri…

Gençlerden biri “…Bursa Gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü…”demeye kalmadı, olanlar oldu… Atatürk elinden çatalı, bıçağı bıraktı, arkadaşları vücut dilinden fırtınanın yakın olduğunu anlamışlar, onlar da yemeğe ara vermişlerdi; gözlerini gence dikti ve adeta gürleyerek, sonradan “Bursa Nutku” olarak bilinen sözleri bir çırpıda söyleyiverdi:

“Bursa Gençliği de ne demek? Memlekette parça parça, yer yer gençlik yoktur! Sadece ve toplu olarak Türk Gençliği vardır. Türk Genci, inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılapları benimsemiştir…”

Sofrada soluk alinmiyordu. Herkes pürdikkat Atatürk’ü dinliyordu. Bir devlet başkanı olarak öyle noktalara değinmişti ki, yarın bu söylediklerine kendisi de hedef olabilirdi ama bundan kaygı duymuyordu, yeter ki gençlik beklediği gençlik olsun. İşte ancak o zaman Cumhuriyet’in sonsuza değin emin ellerde olacağına inanabilirdi ve işte ancak gençliğe duyduğu bu güven O’nu rahatlatabilirdi. Gençliğe sonsuz kredi tanıyordu. (Ülker, 2008).

Çok ileriki yıllarda değerli bir akademisyen, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, bu konuda şöyle yazacaktır: “… Tarihte bu sözleri söyleyebilen bir başka devrimci çıkmış mıdır? Başında bulunduğu devletin bile zaaf içinde olabileceğini düşünen, geleceğin siyasal iktidarlarından kuşkulanabilen ama gençliğe böylesine sınırsız bir güven besleyen, böylesine “çek veren”, gençliği böylesine “son çare” olarak gören bir devrimci yoktur. Ve Atatürk, hem gelecek iktidarlar, hem de gençlik konusunda yanılmamıştır.” (Kışlalı).

Sofrada not alınmadı…

Atatürk konuşurken sofradakiler not almamışlardı. Nutkun metni o yüzden “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” arasında yoktur ve basına da verilmemiştir. Ama bu da söylenmediği anlamına gelmez. Uzun yıllardır Atatürk’ün sofrasında ismet Paşa’nın uygulattığı bir sistem vardı: Sofrada konuşulan sofrada kalırdı. Aksine durumlarda bu (yani not tutulabileceği) baştan belirtilirdi ve o zaman isteyen herkes not tutabilirdi. Nelerin basına verilip topluma aktarılacağı veya aktarılmayıp sofrada kalacağının takipçiliğini de İçişleri Bakanı (aynı zamanda Parti Genel Sekreteri) Şükrü Kaya yapardı.

Hiçbir memleket meselesinin görüşüldüğü sofrada içki içilmemişti. Bu da sofranın yazılı olmayan kurallarındandı. Sofranın konusunu belirleyen Atatürk olduğu için, misafirler daha yerlerini alırken garson Cemal Granda’nın da, Şefgarson İbrahim’in de gözü Atatürk’te olurdu.

“-İçki servisi yapılsın…” talimatı verilmişse, gecenin biraz daha sakin geçeceği anlaşılırdı.

Oturma düzeninde de bir disiplin vardı. Atatürk’ün sağ başındaki koltuk, İsmet Paşa’nındı. Mareşal sofrada konuksa, hiçbir şekilde sofraya içki servisi yapılmaz ve sağ başta Fevzi Çakmak, bu takdirde sol başta İsmet Paşa otururlardı. Atatürk Mareşale daima” hocam” diye hitap eder ve yemek sonrasında Atatürk bir tek Mareşali dış kapıda arabasına kadar gelerek yolcu eder, ona büyük saygı gösterirdi. Bu Genelkurmay Başkanı’na özel saygı, Atatürk’ün yaşam biçimiydi ve tek bir istisnası olmaksızın yaşamı boyunca da bu saygıyı hep gösterdi. (Granda, 1973).

Genelkurmay Başkanı’na Saygı…

Mareşal Çakmak Genelkurmay Başkanı, Atatürk ise cumhurbaşkanı, yani cumhurun başı, devletin başı. Uzun yıllar boyunca da İnönü başbakan. Genelkurmay Başkanı, anayasal bir kurumun başkanı olarak hep onlara bağlıydı. Tıpkı bugünkü gibi. Ama aralarındaki ilişkinin düzeyi iste bu düzeydeydi ve benzer düzeyi ütün başbakanlar gözetmek durumunda olmuşlardı. Bugüne kadarki hiçbir başbakan Genelkurmay Başkanı’nı kendisine bağlı sıradan bir askerî bürokrat gözüyle görmemiştir. Çünkü onların hepsi Atatürk’ün “rahle-i tedrisi”nden (eğitiminden) geçmişlerdi. Şimdiki siyasilerimizin her birinin bir aslan kesilip, kimi satılmış basının satılmış yazarlarıyla kol kola, gerici tarikat-cemaat taifesinin koruması altında, Genelkurmay Başkanlığını hedef alarak, üstelik bunu güya “sivil yönetim” ve “demokrasi” gibi yüce amaçlar için yapıyor pozuna bürünerek sürdürdükleri iğrenç kampanya var ya!… İnsan Atatürk dönemine bakıyor da, gerçek devlet adamlığının ne kadar farklı bir şey olduğunu işte o zaman bir kez daha anlıyor.

Tarih o nedenle her bakanı, her başbakanı hatta her cumhurbaşkanını “devlet adamı” olarak kaydetmiyor. Kimine diktatör diyor, kimine hırsız. Kuzey Afrika’daki son dönem olaylarına bakalım. Her birinin başında bir devlet başkanı vardı ama hangisine devlet adamı denebilir ki?

Ama Atatürk öyle mi ya? Birleşmiş Milletlerin kültür kolu Unesco, 1981 yılını “Atatürk Yıl” olarak ilan ederken, kaleme alınan gerekçede Atatürk’ün 20. yüzyılın en seçkin devlet adamı olduğunu örnekleriyle belirtiyordu. Üstelik öneride bulunan 11 ülkenin birinci sırasında Yunanistan, ikinci sırasında da Sovyetler Birliği yer alıyordu. Atatürk kendisini böylesine dosta-düşmana sevdirmiş, saydırmıştı. 

Biz sofraya dönelim:

Eğer Atatürk, topluma bir mesaj verecekse, o konuşma mutlaka not edilir ve gözden geçirildikten sonra gitmesi gereken yerlere gönderilirdi. Anadolu Ajansı’na verdiği demeçler böyledir. Gazetecilere demeç veriyorsa, söyleyeceğini doğrudan onlara söyler ama özellikle dış politika konusunda gazetelere makale göndermişse, zaman zaman gönderdiklerini ertesi gün tekrar gözden geçirip, düzeltmeler yaptığı görülür. O yüzden baskıya girmezden önce hep bir son kontrol söz konusudur ve bu konularda Falih Rifki (Atay) frenleyicisi ve yardımcısıdır. (Atay, 1973).

Gerçi Hatay Meselesi konusunda Kurun Gazetesi’nde, gazetenin başyazarı Tarık Us imzasını kullanarak yazdığı on dört makalede kullandığı üslup son derece kırıcıdır ve bu makalelerde daha çok bizzat hükümeti yani İnönü’yü eleştirmektedir ama bu tavır, Fransa’ya karşı “özellikle” sürdürdüğü bir taktiktir. (Soyak, 1973).

Sofrada mutlaka kara tahta ve her misafir sandalyesinin önünde not tutmak için bir kalem ve bir defter bulunur. Konuşulanlar not edilsin diye. Ama bir konuşma masada kalacaksa, bu da açıkça belirtilir, o zaman not tutmak da yoktur.

Bursa Nutku’nun Metni Elbette Atatürk’ün…

Bursa’da Çekirge Köşkün’de yaptığı konuşma, topluma verdiği resmî bir demeç değildir. O, resmî demecini sabahleyin Anadolu Ajansı muhabirine vermiştir. Sofradaki olay spontane olarak gelişmiş, bir gencin bir açıklaması üzerine, o an içinden geçenleri samimi olarak dile getirmiştir, hepsi o kadar. Ama bunları bağıra bağıra, orada bulunanların gözlerinin içine baka baka söylemiştir. Bunda en ufak bir kuşku yoktur. Sürmekte olan devrimler konusunda kaygıları elbette vardır. Bu kaygıları haklı gösterecek onlarca sebep de gözler önündedir. Bu uzun yurtiçi gezilerinin de maksadı esasen budur. Bursa’ya da, seyahat planını değiştirerek, gece yarısı yollara düşüp, Anadolu’nun izbe istasyonlarında başbakanıyla buluşup, görüşüp, bakanlarıyla birlikte piknik yapmaya gitmemiştir elbette. Kabına sığmaz bir halde olduğu bellidir. Bunun en kesin kanıtı, Anadolu Ajansı’na resmi demecini vermekle yetinmeyip aynı gün içinde Çekirge’dekiyle birlikte üç konuşma yapmış olmasıdır. Yani bir tek Anadolu Ajansı’na verdiği demeç, onu tatmin etmemektedir ve hazır Bursa’ya gelmişken, Bursalıların dikkatini pusuda bekleyen tehlikeye çekmek istemektedir.

Atatürk konuşurken, kimse kelimesi kelimesine o anda kayıt tutmadı ama hemen sonrasında sofradakiler, dinlediklerini kâğıda döktüler. Nitekim ilerde Bornova Savcısı’nın başvurusu üzerine Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu, bu metnin mealen Atatürk’e ait olduğunu “oybirliği” ile onaylayacaktır. (Ülker, 2008). Metin işte böylece, o esnada orada bulunan Vali, Belediye Başkanı, isimleri yukarıda verilmiş olan beraberindeki zevat ve o gün Bursa’ya gelmiş olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk’in önünde ve tanıklığında ortaya çıkmıştır.

O akşam saat 19.00’da

Bursa Nutku, resmî bir demeç olmadığı için,” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” arasında yer almaz. Kimi aydın ve yazar, olayın sadece bu tarafına bakarak, bu metnin Atatürk’e ait olamayacağını savunurlar, yanlıştır. Çünkü Atatürk tarafından söylendiği açıkça bilinen yüzlerce söylem daha vardır ki, bunlar da Söylev ve Demeçleri arasında yer almazlar. Fakat bu, o sözlerin hiç söylenmediği anlamına da gelmez, gelemez.

Oysa Bursa Nutku’nun Atatürk tarafından söylendiğinin en büyük iki kanıtı vardır:

Bursa Nutku’ndaki üslubu alin 10. Yıl Nutku’nun yanına koyun, sonra da 6 gün boyunca,

  1. Uslup. ayakta, 36 saat 33 dakika boyunca okuduğu Büyük Nutuk’taki “Gençliğe Hitabı” ile kıyaslayın. Üslup ve verilen mesaj aynıdır. Bunda en ufak kuşku olabilir mi? Olamaz.

Gençliğe Hitabı’nda, gelecekte bu ülkeyi yönetecek devlet adamlarının bile kimi zaman ihanetle anılabilir tutum ve davranış içinde olabileceklerine işaretle, o durumda da gençliği rejimin bekçisi olmakla görevlendiren devrimci bir lider, neden Bursa Nutku’nda işaret ettiği noktaları söylememiş olsun ki? Bunun bir mantığı var mı? Mesele hiç de karmaşık olmayan, son derecede açık bir meseledir: Rejim, yani Cumhuriyet ve devrimler tehlikede mi, gençlik görev başına…Yoksa öyle her sıradan nedenle kimseyi sokağa dökülmeye teşvik etmemektedir.

Atatürk’ün Bursa Nutku’nun içeriğine yeniden bakalım ve O’nun “Gençliğe Hitabı” ile yeniden

  1. İçerik. kıyaslayalım. Atatürk’ün geleceğe yönelik en büyük kaygısının, bir gün devrimlerin ve Cumhuriyet’in baltalanabileceği riski ve irtica olduğunu görürüz. Bunu da açıkça dile getirir ve gençliği bu konuda hem uyarır hem görevlendirir. Bunda da en ufak bir kuşku yoktur.

Daha Cumhuriyet dört yaşındayken, 1927’de, bütün dünyanın önünde Türk Gençliği’ne hitap ederken, söylediklerine bir bakın: Cumhuriyet ve devrimler gençliğin en büyük“ hazinesi”dir. Atatürk buna değinmekte ve hemen arkasından uyarısını yapmaktadır:

“…seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların (sapkınların) olacaktır…bütün bu şeraitten (koşullardan) daha elîm (acı) ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hiyanet içinde olabilirler…hatta bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlarını müstevlilerin (işgalcilerin) siyasî emelleriyle tevhid edebilirler… (birleştirebilirler)”. (Kemal, 1928).

Gençliği Teröre mi itiyor?

Atatürk’ün bu sözleri söylemiş olduğuna şüphemiz var mı? Yok!… Çünkü bunlar 787 sayfalık Büyük Nutuk’un içinde beş dilde yazılmış olarak duruyor. O zaman Büyük Nutuk’ta bunları söyleyen bir devrimci, Bursa Nutku’nu niye söylememiş olsun? 

Buna verilen yanıt genelde şudur: “Bursa Nutku’nun metni gençliği kendi yönetimine, kendi devletine karşı gelmeye, düzeni bozmaya, terör yapmaya teşvik ediyor. Atatürk böyle bir şey istemiş olamaz. Çünkü o daima hukuktan ve düzenden yana olmuştur. O nedenle bu metin uydurmadır…”

Aşağı yukarı söylenen budur. Şimdi bu görüşün analizini yapalım:

Hiç kuşku yok ki Atatürk, Bursa Nutkunda çizdiği irtica tablosu kendi yönetiminde de ortaya çıksa, gençliğin aynı şekilde tepki göstermesini istemektedir ve ister. Bunun en kesin kanıtı,

Atatürk’ün, kendi kurduğu CHP karşısında, kendi yönetimine karşı bir muhalefet partisi kurulabilmesi için samimi olarak gösterdiği çabadır.

Kaldı ki işte bu son olay, kendi yönetiminde cereyan etmiştir ve Atatürk, kendi yönetimindeyken meydana gelen bir gerici hareketi gençliğin seyretmiş olmasını en ağır şekilde eleştirmektedir. Bu konuşmasının bir öncesinde, Belediye Meclisi’nde yaptığı konuşmada, “bu gibi durumlarda, polis müdahale edecekmiş, jandarma gelecekmis, savcı gereğini yapacakmış” a aldırmaksızın gençlik, hiçbir kuvvetin desteğine ihtiyaç duymadan, kendi müdahalesini yapacaktır…” demiştir.

Peki acaba bu söylemleriyle Atatürk, iddia edildiği gibi gençliği teröre mi teşvik etmektedir?

Atatürk, Bursa Nutkuyla Türk Genci’ne ne zaman ve hangi durumda, taşla, sopayla, elinde ne varsa onunla eyleme geçmesini söylüyor? O noktaya bir daha bakalım:

“Türk Genci devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı gördüğü an…” diyerek sınırı çizmektedir. Yoksa,”… yönetim benzine mi zam yaptı, sokağa dökülün, yıkın, yakın…” dememektedir.

Hasan Rıza’dan Falih Rıfkı’ya…

ilerde, Falih Rıfkı Atay bu konuda 12 Aralık 1966 günkü Dünya Gazetesi’ndeki köşesinde bir makale yazacak ve bu konuyu tartışarak Nutkun katiyen böyle yasa dışı bir yönlendirmesi olmadığını savunacak. Atatürk’ün ölümüne kadar önce Özel Kalem Müdürlüğü’nü, sonra da Genel Sekreterliği’ni yapacak olan Hasan Rıza Soyak da Falih Rıfkı’ya bu yazısı üzerine gönderdiği bir mektupla onu destekleyecektir ve:

“…Atatürk’ün hiçbir zaman gençliği meşru olmayan yollara yönlendirmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Böyle bir yönlendirmesi olmamıştır, Bursa Nutku’nun dikkatli okunması gereklidir. Söylediklerinin ruhuna

bakmak gerekir. Dikkat buyurulursa, ‘polis gelecektir, asıl suçluları bırakıp suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, polis henüz inkılap ve Cumhuriyet’in polisi değildir diye düsünecek, fakat asla yalvarmayacaktır’ diyor. Dikkat buyurulsun,’ polise de saldıracaktır’ demiyor, ‘hatta karşı gelecektir’ de demiyor. ‘Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım, müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir’ diyecek, diyor”. (Atay,Dünya Gazetesi, 12.12.1966).

Oysa “Bursa Nutku yoktur…” iddiasında bulunanlar, işte bu Falif Rıfkı Atay’ın da kendi iddialarını desteklediğini yalan yanlış yazar dururlar, güya Atay’ın savcılıkta verilmiş uydurma ifadelerini ileri sürerler. Oysa Falih Rifki, sağlığında duyduğu bu tür yazıları sürekli tekzip etmekten yorulmuş, bu malum çevreler ise sahte belge üretmekten bıkmamış, yorulmamıştır. Tıpkı bugünlerde de olduğu gibi…

Demek ki Atatürk Türk Gencinin her vesileyle taşa sopaya sarılmasını istemiyor, onu bu yolda yönlendirmiyor. Sadece “Cumhuriyetin ve devrimlerin tehlikeye düştüğü anda”, bir başkalarının müdahalesini beklemeden devrimleri korumasını istiyor. Anormallik bunun neresinde?

Bu satırlar tamı tamamina Devrimci Mustafa Kemal’in ruhunu yalın bir şekilde yansıtmaktadır… Buna en ufak bir kuşku yoktur.

Bursa Nutku, Kolağası Mustafa Kemal’in, Şam’da kurduğu ve Selanik’e gizlice gelip şubesini açtığı “Vatan ve Hürriyet” Cemiyeti’nin yemin töreninde, silah üzerine ettiği ve arkadaşlarına ettirdiği yeminin ruhunu da yansıtmaktadır. (Ateş, 2003).

Yani Mustafa Kemal iken de, Atatürk olduktan sonra da, söz konusu olan vatansa, değişen bir şey yoktur.

Tekrar Bursa’ya dönelim: Atatürk ve beraberindekiler o gün akşam üzeri Gemlik’e geçip, sonra da tarifeli Gülcemal vapuruyla İstanbul’a döneceklerdir. (Kocatürk, 1973). O nedenle Çekirge Köşkündeki bu davete gönülsüz ve Bursalıların yoğun isteği üzerine, onları kırmamak için katılmıştır. Kurulan sofra, bildiğimiz sofralar gibi değildir, içki servisi de yapılmamıştır. O halde bu konuşmayı da saat 17.30 dolayında yapmış

olsa gerektir. Oysa Atatürk yaşamının hiçbir döneminde bu saatlerde sofraya oturmamış, içki içmemiştir. Gülcemal’in hareket saati 19.00 olduğu için Gemlik’e 18.00 dolayında hareket etmek gerekmiştir ve öyle de yapılmıştır.

ileride pek çok “Bursa Nutku Karşıtı” kimseler, Atatürk’ün o gece İstanbul’da olduğunu ve sofranın da Dolmabahçe’de kurulduğunu bildikleri için, değil Bursa Nutku’nu söylemiş olmasını, Bursa’ya bile hiç gitmediğini iddia edecek kadar işi uzatırlar. O nedenle yukarıdaki saatleri vermek, meselenin anlaşılması açısından önemlidir. 6 Şubat günü Bursa’da güneş saat 17.00 sularında batmış, ortalık kararmaya yüz tutmuştur. Belli ki bugün de böyledir. Hava karardığı için Atatürk’ün bu konuşmayı gece yaptığı bazı kaynaklarda belirtilince, kimileri de O’nun o gece Dolmabahçe’de olduğunu ileri sürerek, “Bursa Nutku” diye bir şeyin söz konusu olamayacağı sonucuna varmıştır. Bu değerlendirme elbette yanlıştır.

Atatürk ve beraberindekilerin İstanbul’a dönüşlerini takiben Bursa’da yargılamalar sürüyor, olaylara karışanlar cezalandırılıyorlar. Ezan ve kamet yeniden Türkçe okunuyor. Bir süre sonra da olay unutuluyor çünkü Bursa Nutku zaten içeriği itibariyle her yerde ve fırsatta tekrarlanabilecek bir nutuk değil. Söylenmesi için, hatırlanmasını gerektirecek koşulların oluşması gerekli. Durup dururken niye okunsun ki?

Ve aradan yıllar geçiyor.

Sonrası…

  1. Nutuk, 1935 yılı yayını bir dergide görünüyor. İleride 1975 yılında, Atatürk’ün böyle bir nutku olmadığı şikâyetiyle, Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açılınca mahkeme bilirkişi olarak Türk Tarih Kurumu’na başvuruyor. Kurum verdiği yanıtta bu nutkun var olduğunu bildiriyor ve ekine koyduğu belgeler arasına 1936’da yayınlanmış olan bu dergiyi de koyuyor. Demek ki,” Atatürk’ün sağlığında bu nutuk neden hiç yayınlanmadı, çünkü yoktu, sonradan uyduruldu” yaklaşımı temelden yoksundur. (Bak. Aşağıdaki 10.ncu madde.)
  1. Uzunca bir aradan sonra, ilk kez yeniden 1947 yılında Rıza Ruşen Yücer’in “Atatürk’e Ait Birkaç Fikra ve Hatıra” adlı kitabında yer alıyor. (Yücer, 1947).
  1. İki yıl sonra, bu kez 1949 yılında, “İzmir II. D.P. Büyük Kongresi”nde Celal Bayar tarafından, Şeref Balkanlı’ya okutturuluyor. Nutku okutarak Bayar’ın vermek istediği mesaj, “Gerici CHP’yi madem yargı durduramıyor, o halde gençlik durdursun…” mesajıdır. (Ülker, 2008). Bursa Nutku yoktu da, vardır diyen Bayar sahtekârlık mi yapmaktadır? Yoktur diyerek, vardır diyen bir cumhurbaşkanının anısına hakaret ediliyor değil midir? Anlaşılır gibi değil.

4. Aradan beş yıl daha geçiyor. Atatürk’ün Bursa Nutku, 1954 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin cephesine, Atatürk heykeli arkasındaki taş zemin üzerine baştan başa kazılıyor. O dönemde iktidardaki parti Demokrat Parti. Nutkun oraya kazılmasına ise üstelik Demokrat Partili Atıf Benderlioğlu başkanlığındaki bir komisyon karar veriyor. O halde bu nutkun varlığı konusunda hiç kimsede en ufak bir kuşku olmadığı gibi, o günlerde sağ olan ve bu nutkun söylenişine göz tanığı olan hiçbir kimseden de, “…ben o tarihte oradaydım…böyle bir demeç verilmedi…bu da nereden çıktı?” diyen kimse de yok. Görülen odur ki, kimin işine gelirse, Bursa Nutku var olmaktadır”, kimin işine gelmezse de “Nutuk aniden kâbusa dönüşmektedir.” İşte, Celal Bayar, Şeref Balkanlı, Adnan Menderes, Atıf Benderlioğlu. Hepsi Demokrat Partili ve hepsi Nutkun varlığını kabul ediyor hatta Nutku kullanıyor. İlerde Süleyman Demirel dönemine gelince ise, konunun rengi biraz değişmeye başlayacaktır. (Ülker, 2008).

  1. 1958 yılında bir gelişme olur ve bu kez CHP’nin resmî yayın organı olan Ulus Gazetesi Bursa Nutku’nu yayınlar. Hem de 19 Mayıs günü. Bununla CHP, “…Demokrat Parti’nin rejim için bir ‘tehdit’ oluşturduğu” fikrini işlemekte, “Gençlik, iktidara rağmen, kanun-nizam dinlemeden, rejimi korumak adına, idareye el koymalıdır” görüşüne yer vermektedir. Tartışma uzar ve Ankara Cumhuriyet Savcısı Rahmi Ergil olaya el koyar. Gazeteci Ülkü Arman adliyeye götürülüp sorgulanır ve Bursa Nutku’nun kaynağı sorulur. Atatürk’ün sahibi olduğu ve CHP’ye bağışladığı Ulus Gazetesi için böylece soruşturma açılmıştır. Oysa aynı Nutuk şimdi Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar’ın talimatıyla Demokrat Parti Kongresi’nde okunmuş ve alkışlarla karşılanmıştır. Şimdiyse yasaklanması, ortaya garip bir durum çıkaracaktır. Durum Başbakan Menderes’e iletilir ve onun verdiği talimat üzerine de bu soruşturmaya son verilir. (Ulus, 19 Mayıs 1958).

Nutuk Senato’ya da getiriliyor…

6. Nutkun serüveni bunlarla da bitmemiştir. Aradan üç yıl geçmiş, bu kez Ege 3 Eylül 1963 tarihinde böyle bir nutkun mevcut olup olmadığı bu kez Senatör Özel Şahin Giray tarafından ve Milli Eğitim Bakanı İbrahim Öktem’in yanıtlaması talebiyle Senato’ya getirilir. Bakan verdiği yanıtta, Türk inkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Afet İnan’ın verdiği yanıtı Senato’da okur. Bu yanıta göre, dönemin tanık ifadeleri dikkate alınarak,” bu sözlerin mealen Atatürk tarafından söylendiği anlaşılmaktadır” denilmekte ve konuya ilişkin dosyanın herkes tarafından incelenebileceği ifade edilmektedir. (Ülker, 2008). Demek ki dönemin tanıkları ifade vermişler ve Bursa Nutku’nun varlığını onaylamışlardır. Ayrıca Prof. Dr. Afet İnan, konuya ilişkin dosyanın herkes tarafından incelenebileceğini belirterek, aslında bu konuya son noktayı da koymuştur.

Bursa Nutku yeniden mahkemelik…

    1. Üniversitesi Fikir ve Sanat Kulübü bir broşür yayınlayarak, “Nasıl Bir Gençlik?” başlığı altında Atatürk’ün Bursa Nutku’na yer vermiştir. “Bu nutuk halkı anarşiye teşvik ediyor” savıyla Bornova Cumhuriyet Başsavcılığı bu Fikir Kulübü’nün kapatılması için dava açmış ve Bornova Asliye Hukuk Hakimliği, böyle bir nutkun var olup olmadığının tespiti için 27 Eylül 1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazı ve bu yazıya ekli Bursa Nutku metnini Türk Tarih Kurumu’na gönderip, görüş istemiştir. (Ülker, 2008).Türk Tarih Kurumu da “Nutku” Doğruluyor…
      1. Bunun üzerine toplanan Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu aşağıdaki kararı almıştır:

      “Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu’nun 24 Ekim 1966 tarihli toplantısında Bornova Asliye Hukuk Hakimliği’nin 27/9/1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazısı ve bu yazıya ekli Atatürk’ün Bursa Nutku ile ilgili sözleri üzerine gerekli incelemeler yapılmıştır. Bu incelemeler sonucunda bu sözlerin Atatürk’ün 1933 Şubat’ında Bursa’da yaptığı konuşmadan mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır.”(Ülker, 2008).

      Böylece, Nutkun varlığını, bu konuda yorum yapabilecek en yetkin kurum olan Türk Tarih Kurumu da onaylamıştır.

      Konuya Ecevit de katılıyor…

      1. Aynı yıl, 12 Aralık 1966 günü Bülent Ecevit Erzurum’da, Doğu Sineması salonunda

      konuşmaktadır. Gençler, bir kâğıda yazdıkları soruyu Ecevit’e gönderirler. Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olup olmadığı sorulmaktadır.

      Ecevit gençlere şu yanıtı vermiştir: “Atatürk, Türk Devleti yıkılmak üzere olduğu vakit, ‘bu devletin ordusu var, jandarması var, benim neme gerek’ deyip İstanbul’da bir köşeye çekilmemiştir. 19 Mayıs 1919 günü Anadolu’ya çıkıp Türk Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştır. Bunu yapan insan, Bursa Nutku’nu da söyleyebilecek insandır…” (Ülker, 2008).

      Halk bu yanıtı ayakta alkışlamıştır.

      Nutuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde…

      1. Nihayet konu Ağır Ceza Mahkemelik olmuştur.

      1975 yılında, Cafer Tanrıverdi adlı vatandaş, kim bilir kime veya neye bozulmuş olmalı ki, Kayseri de Nutku bastırıp, yolda gelip geçene dağıtmıştır.

      Yapılan şikâyet üzerine, Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kovuşturma yürütülürken, mahkeme bilirkişiye başvurmuş ve bunun üzerine, dönemin Türk tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Enver Ziya Karal ve Öğretim Üyesi Sami N. Özerdim, mahkemeye bu metnin Atatürk’e ait olduğunu gösterir bilgi ve belge sunmuştur. Bu belgeler arasında, içinde nutkun yer aldığı 1935 baskısı dergi de vardır. (Ülker, 2008).

      Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi bunun üzerine Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğunu onaylamış, bu mahkeme kararından sonradır ki Bursa Nutku okunur, basılır, dağıtılır hale gelmiştir.

      Ergenekon ve Bursa Nutku

      1. Ergenekon davasının delilleri arasında bulunan “Atatürk’ün Bursa Nutku” İstanbul

      Cumhuriyet Başsavcılığı, istanbul Emniyet Müdürlüğü, Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Türk Tarih Kurumu arasında da yazışmalara yol açmıştır.

      İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 10 Nisan 2008’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdiği “gizli” yazıda; “… İstanbul’da yürütülen bir soruşturma kapsamında yapılan operasyonda, ‘

      Mustafa Kemal Atatürk’ün Bursa Nutku 1933’ başlıklı bir belge ele geçirilmiştir. Söz konusu belge incelenerek, böyle bir nutuk belgesinin olup olmadığının araştırılması, neticenin ivedi olarak başsavcılığa bildirilmesi” talebinde bulunmuştur.

      Konu Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından Türk Tarih Kurumu’na bildirilmiş, Dönemin TTK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu imzasıyla yapılan açıklamada, TTK arşivinde 1966 yılında aynı konuyla ilgili yapılmış bir araştırma bulunduğu kaydedilerek, “Nutuk” diye bilinen sözlerin Atatürk’ün Şubat 1933’te Bursa’da bir akşam yemeğinde yaptığı konuşma olduğu” açıklanmıştır.

      SONUÇ:

      Atatürk’ün Bursa Nutku’nun kimi çevreleri rahatsız etmesi son derecede normal ve anlaşılır bir durumdur. Ama böyle bir Nutkun hiç söylenmemiş olduğunu iddia edip, hele bunu kanıtlamaya çalışmak olanak dışıdır.

      Bu çaba içine düşenlerin en sık başvurdukları yöntem ise “dezenformasyon”, yani gerçek olmayan, daha doğrusu yalan olduğu bilinen bilgiler yayarak, bilgi kirliliği yaratmaktır. (Inceoglu, 2009 http://www.yasemininceoglu.com). Örneğin Atatürk’e yakın olduğu bilinen kişilerin ağzından, “Atatürk’ün hiçbir zaman böyle bir nutuk vermediğini” dedirtmektir. Bu konuda çok uzun bir isim listesini rastgele yayınlamaktan da çekinmezler. Bu kişiler arasında Celal Bayar, Hikmet Bayur, Afet İnan, Falih Rıfkı Atay, Kılıç Ali, Hasan Rıza Soyak gibi ünlüleri özellikle kullanırlar. Oysa bu tamamen gerçek dışıdır. Atatürk’ün bu arkadaşları, her farkına vardıkları veya haberdar edildikleri bu tür açıklamaları yaşamları boyunca sürekli tekzip edip durmuşlardır.

      Tekin Erer gibi fanatik yazarlar bununla da kalmamış, hatta böyle bir yemeğin hiç verilmemiş olduğunu bile yazabilmişlerdir. Atatürk’ün böyle bir nutku olamayacağını, çünkü o nutku verdiği iddia edilen gün ve saatte Bursa’da değil, İstanbul’da olduğunun bilindiğini ileri sürmüşlerdir. (18 Kasım 1966, Son Havadis). Sanki aynı gün hem Bursa’da, hem de İstanbul’da olunamazmış gibi.

      Oysa Atatürk Gemlik’ten 19.30’da hareket eden Gülcemal Vapuru’nda beraberindekilerle birlikte İstanbul’a doğru seyahat etmektedir ama, Bursa’daki konuşmasını gece değil, akşam saatlerinde yapmış, daha sonra yola çıkmıştır. Yemek ise, önceki ziyaretlerinde olduğu gibi, geniş katılımlı bir ziyafet şeklinde olmamıştır.

      Esasen ortam da buna müsait değildir. Gece yarısı yollara düşüp, hışımla geldiği Bursa’da, hakimi, savcıyı, müftüyü görevden aldığı aynı güne üç konuşma sığdıran Atatürk’ün gözü ziyafet mi görür? Akşam verilen sıradan bir yemektir ve amaç bu vesileyle Atatürk ile biraz daha beraber olmak, O’nun gönlünü almaktır.

      Öte yandan 6 Şubat günü Bursa’da güneş 17.30’da batmıştır. Belli ki bugün de öyledir ve hemen arkasından da hava kararır. Söz konusu yemek de işte bu sıralarda verilmiş, ortalık karardığı için de bazı kayıtlara “gece” olarak geçmiştir. Daha sonra saat 19.30’da Gemlik’te olacak şekilde Bursa’dan arkadaşlarıyla birlikte aynlmıştır. O nedenle de, aynı gece İstanbul’da, Dolmabahçe’de olması son derecede doğaldır.

      Kısacası, Atatürk’ün 6 Şubat’ta İstanbul’da olduğunu söyleyerek, aynı gün Bursa’da olamayacağını, dolayısıyla da böyle bir nutku veremeyeceğini ileri sürebilmek, tam anlamıyla şizofrenik bir değerlendirmedir, üzerinde durmaya bile değmez.

      Atatürk’ün söylediklerinin üstünü böylece örtmeye çalışanlar, Öte yandan söylemediği sözleri O’na mal etmeye büyük özen göstermişlerdir. Örneğin, Atatürk’ün olduğu iddia edilen “Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir…” sözüne çok sık yer verilmiştir. Oysa Atatürk’ün böyle bir sözü hiçbir zaman olmamıştır ve bu söz hayal mahsulüdür.

      1964 yılında Adalet Partili Senatör Fethi Tevetoğlu Toprak Dergisi’nde bu sözü kullanmıştır. Bunun üzerine gazeteci ve yazar olan Çetin Altan, “Bu el yazısı Atatürk’e ait değil”, diyerek, İsveç’te kaligrafi konusunda uzman ve uluslararası düzeyde bilirkişi niteliği taşıyan bir kuruluşa yaptırdığı inceleme sonucunda, bu yazıyla ilgili olarak, “ bu yazının Atatürk’e ait olmadığı” gerçeğini ortaya çıkarmıştır.

      Bunun üzerine Çetin Altan, bu söylemin Atatürk’e ait olduğunu iddia eden kişiyi de mahkemeye vermiştir. Mahkeme Çetin Altan’ı haklı bulmuş, yazıyı yazan Münir Hayri olayı yurt dışındaki mahkemelere taşımıştır. Uluslararası mahkeme de “o yazının sonradan ekleme olduğuna, Atatürk’e ait olmadığına karar vermiştir. Daha sonra Münir Hayri yazıyı “cam üzerinden kopya ettiğini” kabul etmiştir.

      Bursa Nutku’nun varlığını gösteren bu kadar somut örneğe karşılık, “hayır, yoktur…” diyenlerin ileri sürdükleri savlar ise çok cılız kalmaktadır. Bunları şöylece sıralamak mümkündür:

      1.Bursa Nutku’na 1947’de yayınladığı kitabında ilk kez yer veren Bursalı gazeteci Rıza Ruşen Yücer tanınmamış, ismi cismi olmayan bir yazardır, o nedenle pek de itibar edilmemesi gerekir.

      İyi de bu nutku kulaklarıyla dinleyen Nizamettin Nazif Tepedelen, döneminin en popüler tarihçi gazetecilerindendir ve tüm gezi boyunca Atatürk’le birlikte seyahat edecek kadar da önemli bir yazardır. Nutku tümüyle doğrulamaktadır. Kaldı ki sofrada bulunan ve isimlerini yukarıda verdiğim kişilerin tümü de bunu onaylamaktadır.

      2.Bursa Nutku var idiyse, neden Atatürk sağ iken hiç yayınlanmadı?

      Hayır, 1936’da bir dergide yayınlandı. Yıllar sonra 1975’te Kayseri Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Atatürk’ün böyle bir nutku yoktur” diyerek dava açılması üzerine, mahkeme bilirkişi olarak Türk Tarih Kurumu’na başvurup görüş istedi. TTKurumu verdiği yanıtta nutkun varlığını onaylarken kanıt olarak da sunduğu belgeler arasında bu dergiyi de kullandı.

      3.Bu nutuk var idiyse, neden diğerleri gibi her yerde asılmıyor, söylenmiyor?

      Atatürk’ün “Söylev ve Demeçleri”ne bakarsanız binlerce olduğunu görürsünüz. Bunun sadece birkaç tanesi bir yerlerde asılıdır. Kaldı ki içerik itibariyle de her an göz önünde olması gerekmemektedir. Bunun da nedeni “cumhuriyet ve devrimlerin o kadar sık tehlikeye düşmeyeceği” varsayımı olabilir.

      4.Bununla Atatürk gençliği anarşiye sevk ediyor olmuyor mu?

      Hayır, olmuyor. Atatürk gençliğe her fırsatta elinize sopayı alın, yakın, yıkın demiyor. “Bulgaristan’daki Türk mezarlarının taşları saldırıya uğrayıp kırılmış, haydi gençler sokağa” demiyor. “Cumhuriyet ve kazanımları yani devrimler tehlikeye düşerse cumhuriyetinize sahip çıkın…” diyor. Bunun neresi anarşi?

      5.Cumhuriyetin, devrimlerin tehlikeye düştüğüne kim karar verecek?

      Atatürk’e göre gençlik karar verecek. Bu gençlik, biyolojik yaşı yanı sıra, beyni genç olan herkesi de kapsayan bir gençlik anlayışıdır. Tam bağımsız, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti niteliğindeki cumhuriyeti yaşam tarzı olarak benimsemiş olan bir gençliktir söz konusu gençlik. Bunlardan bir sapma, bir geriye gidiş gördüğü zaman, işte bu gençlik, kuruluş felsefesini çok iyi bildiği ve benimsediği cumhuriyetine sahip çıkacaktır.

      1. Millet iradesi aksi yönde belirse de gençliğin tutumu gene bu mu olacaktır?

      Çağdaş ülkelerde millet iradesi sadece “kelle hesabı” meselesi değildir. Bir konuda bir taraf belli bir yüzde çoğunluğuna sahip olabilir. Aynı düşünmeyen diğer taraf da milli iradenin ayrılmaz bir parçasıdır. Eğer bu konu devletin temel felsefesiyle ilgiliyse ve “tartışmaya bile açılamayacağı hususu anayasada açıkça belirtilmiş olmasına rağmen” tartışmaya açılır da, çoğunluk böyle istiyor bahanesiyle, örneğin “hilafet” geriye getirilmeye çalışılırsa, işte bu gençlik o zaman laik cumhuriyetine sahip çıkacaktır. Zira millet iradesi değişkendir. Bugün bu yönde, yarın tam da aksi yönde belirebilir. Devletin rejimi ise buna göre yaz-boz tahtası gibi, değişmez, değişemez, aksi halde kaosa sürüklenir.

      1. Atatürk bu sözleri söylediyse, bu gençliğin kendi aleyhine de bir gün sokağa dökülebileceğini düşünmedi mi?

      Elbette düşünüyor ve bundan çekinmiyor. Kendisi, kurduğu CHP’nin Genel Başkanı olduğu halde, bu partinin karşısında bir muhalefet partisinin kurulabilmesi için samimi olarak nasıl çaba gösterdiğini biliyoruz. O nedenle, kendi döneminde de bir geriye dönüş olursa, gençliğin aynı tavrı sergilemesinden çekinmez. Unutmayalım ki Büyük Nutuktaki Gençliğe Hitabı’nda, devleti yönetenlerin “gaflet, dalalet ve hatta hiyanet içinde olabilirler” derken kendisi yönetimdedir ama bu uyarıyı yapmaktan da çekinmemekte, gocunmamaktadır.

      Sonuç olarak Bursa Nutku elbette vardır ve aslında tam da günümüz için söylenmiştir.